4 Ekim 2011 Salı

İnsanın evrim ağacında yeni bir fosil tür Australopithecus sediba



Bilim ve Gelecek dergisinin bu ayki sayisinda gecen ay Science dergisinde (9 Eylul 2011) yayinlanan Australopithecus sediba hakkinda kisa bir makalem yayinlandi. Ilgilenenler bu ayki Bilim ve Gelecek dergisinden yazinin geri kalan kismini okuyabilirler.
Australopithecus sediba'nin kafatasinin uc boyutlu taranmis gorunumu.



Paleoantropoloji bilimi her yeni fosil keşfiyle var oluşumuza dair öğretilen yaratılış mitlerini ve insan-merkezci ayrıcalığımızı yıkmaya devam ediyor. Yeni bir fosil haberi Science dergisinin 9 Eylül 2011 sayısında duyuruldu. Lee Berger ve ekibi Güney Afrika’da Malapa Mağarası’nda yaklaşık 2 milyon yıla tarihlendirilen Australopithecus cinsinin yeni bir türünü keşfettiler: Australopithecus sediba. “Sediba”, bölgede konuşulan Seşoto dilinde ”kaynak, pınar” anlamına gelmekte. Berger, bu keşfin bütün insan evrimi araştırmacılarını şaşırtan çok önemli değişiklikleri beraberinde getirdiğini ileri sürdü. 

Aslında Australopithecus sediba ilk kez 2010 yılında keşfedilmişti. Ancak buluntuların detaylı analizleri ve tarihlendirme çalışmalarının tamamlanması bugüne kadar sürdü. Lee Berger Johannesburg’da (Güney Afrika) Witwatersrand Üniversitesi’nde paleoantropolog olarak çalışıyor. Bu üniversite aynı zamanda 1924 yılında Australopithecus cinsine ait ilk fosil keşfi yapan (Australopithecus africanus, popüler adı ile Taung çocuğu) Raymond Dart’ın da zamanında çalışmış olduğu üniversite. Raymond Dart, Malapa Mağarası’na çok yakın olan Sterkfontein ve Swartkrans mağaralarında kazı çalışmaları yapmıştı. Berger fosil buluntuların en değerli yanının, ilkokul çocuklarından politikacılara kadar yani toplumun her kesiminden insanlara onların kökeni ve evrimi hakkında bilgi verebilme şansı olduğunu belirtiyor. Bu noktanın vurgulanması önemli. Günümüzde insanoğlu kendi yarattığı geleceğe güvensizlik duygusunun en yüksek seviyede olduğu tüketim, risk ve korku toplumu içerisinde yaşıyor. Bu sorunun temelinde eşitsizlik üzerine kurulu ekonomik nedenler yatsa da diğer bir önemli olgu da hayatımızda gerçek ihtiyaçların sahteleri ile yer değiştirerek doğa ile aramızdaki var oluşsal bağların bilinçli bir biçimde koparılmasıdır. Umarım atalarımızın fosilleri bizlere bundan milyon yıllar önce hayvanlar kadar basit ve doğa ile barışık bir hayat sürdüğümüzü anımsatır. Böylece belki fosiller doğa ile aramızdaki organik ve duygusal bağın onarılmasında bir rol oynayabilirler.

İnsan evriminde üç önemli basamak ve aralarındaki evrimsel ilişkiler

 
Berger’in bu keşif hakkındaki en büyük iddiası Australopithecuslar ve Homo cinsi arasındaki halkayı oluşturması. Bu keşfin önemine değinmeden önce bu özel bilgilerin beynimizde bütünsel bir resim oluşturması için kısa bir insan evrimi bilgisi gerekebilir. İnsan evriminde önemli basamaklar temel olarak üç kısma ayrılabilir. Bunlardan ilk grup dik yürümeye başlayan erken insansılar (hominidler), ikinci grup dik yürümede yetenekli, çoğunlukla karasal yaşam süren, beyin büyüklüğünde artışın başladığı, sosyal ilişkilerin kuvvetlendiği, muhtemelen aletlerin biçim verilmeden kullanıldığı Australopithecuslar ve son grup ise alet üreten, beyni hayli büyümüş ve gelişmiş, sosyal ilişkileri çeşitlenmiş, konuşmanın başladığı, ateşin keşfedildiği yani morfolojik olarak günümüze dair birçok özelliğin ve yeteneğin kazanıldığı Homo cinsi. İnsan evriminde zaman önemli bir değişken, bu nedenle grupların hangi zaman aralığında ve nerede yaşadıklarını da bilmekte fayda var. Erken insansılar yaklaşık olarak 7-4,2 milyon yılları arasında sadece Afrika’da, Australopithecuslar 4,2-1,2 milyon yılları arasında yine sadece Afrika’da ve Homo cinsi ise 2,4 milyon yıl - günümüz arasında bütün dünyada yaşadılar. Paleoantropologlar bu üç grup arasındaki evrimsel ilişkilerin nerede ve nasıl gerçekleştiğini uzun süredir araştırıyorlar.
Erken insansılar ile Australopithecuslar arasındaki evrimsel bağın daha önce Tim White’ın çalışmaları ile aydınlatıldığı düşünülüyor. Etiyopya’da Afar bölgesinde araştırmalarını sürdüren Tim White Australopithecusların bir erken insansı olan Ardipithecus ramidus türünden evrimleştiğini ileri sürmüştü. Buna göre 4,4 milyon yıl öncesine tarihlendirilen Ardipithecus ramidus, 4,2 milyon yıl öncesine tarihlendirilen Australopithecus anamensis’in atası olmalı. Birçok biyo-morfolojik özellik ve ayrıca iki türün aynı bölgede ve çok yakın zaman dilimlerinde yaşamış olması atasal (...)


Yazinin geri kalani Bilim ve Gelecek dergisinde :). 

Ferhat Kaya Paleontolog / Helsinki Üniversitesi Yerbilimleri ve Coğrafya Bölumu

5 Eylül 2011 Pazartesi

En eski Asolyen El Baltasi ve Afrika Dışına Göç Hipotezleri

"Atamız Homo erectus’un en eski taş aleti ve Afrika dışına göçleri" baslikli bir yazim yayinlandi. Blogda bu yaziyi paylasmak istedim. Umarim ilginizi ceker. 


İkinci nesil taş alet teknolojisiyle üretilmiş, 1,76 milyon yıl öncesine ait taş aletlerin keşfi geçtiğimiz gün yayınlandı. Paleontolog Ferhat Kaya*, gelişmenin insan evrimi açısından anlamını soL için yorumladı. 

Lepre ve diğerlerinin bu haftaki Nature dergisinde yayınladığı makale Homo erectus atamızın üretmiş ve kullanmış olduğu Aşölyen (İng. Acheulian) alet teknolojisinin en eski kalıntılarının keşfini duyuruyor.
Makale sadece keşfin duyurulması ile yetinmemekte, aynı zamanda Afrika dışına ilk göç ettiğini düşündüğümüz Homo erectus atanın kullanmış olduğu Aşölyen aletlerine göç yolları üzerinde neden rastlanmayışını da sorgulamakta.
Araştırmacılar Kenya’da Batı Turkana lokalitelerinde keşfettikleri bu taş aletlerin 1,76 milyon yıl yaşında olduğunu belirlediler. Homo erectus atanın kullandığı ve bugüne kadar bulunmuş olan en eski taş aletler. 

İnsan evriminde alet üretiminin yeri nedir?
Sanırım bu önemli makalenin insan evrimine katkıları bağlamında daha iyi anlaşılması için konuyu biraz açmakta fayda var. İnsan evriminde dik yürüme ve beyin büyüklüğünü takip eden diğer bir devrimsel adım/kazanım da alet kullanma yeteneğidir. Bir ham maddeyi kullanım amacına yönelik bir biçimde işleyerek işlevsellik kazandırma yeteneği ve tecrübesi insanı hayatta kalma mücadelesinde avantajlı bir konuma getirmiştir.

Sofistike alet üretimi ve kullanımı, büyük ihtimalle günümüz ’insan’ tanımının antroposentirik (insanmerkezci) kökenlerini oluşturmuştur. Üretim biçimi ve ekonomisi zamanla insanın yaşam şeklini ve doğa ile olan ilişkilerini biçimlendirmiştir.
İnsan evriminde rol almış ata türler, kullandıkları alet teknolojisi ile de anılırlar. Taş alet üretimi ve kullanımı çoğunlukla 2,4 ile 2,6 milyon yıllar arasında Homo cinsinin evrilmesi ile görülmeye başlanır. Daha önceki atalarımız ile birlikte kazanılan dik yürüme, beyin büyümesi karkaterlerinin ardından alet üretimi ve kullanımı Homo habilis ve Homo rudolfensis türleri ile başlar.
Homo habilis atanın kullandığı ilk taş aletlere Oldovan (İng. Oldowan) teknolojisi adı verilir. Bu alet üretim teknolojisinin yaklaşık olarak 2,5 ile 3 milyon yılları arasında bir dönemde başladığı genel olarak kabul görmektedir.
Üretimi çok basit olan bu teknoloji, çoğunlukla yuvarlak ve yumruk büyüklüğünde olan çakıl taşlarının birkaç darbe ile kırılıp keskin yüzeylerin elde edilmesi şeklinde tanımlanabilir. Oldovan taş aletlerin daha çok ölü hayvanlardan besin elde etme ve yemiş kırmada kullanıldığı öngörülmüştür. 
1,76 milyon yıl yaşındaki Dünya’nın şimdiye dek bulunan en eski Aşölyen el baltaları (Lepre vd. 2011, Nature).

Aşölyen teknolojisi neydi, ne kadar yaygındı?
Bu teknolojinin ardından Homo erectus atanın evrilmesi ile birlikte Aşölyen taş alet üretim teknolojisi görülür. Bu teknolojide daha sofistike taş aletler baskındır. Bu aletler iki yüzeyli ve keskin kenarlara sahip üçgenimsi bir şekildedir.

Aşölyen aletler ile Homo erectus atanın sadece leşlerle sınırlı kalmadığı, avlanlanmaya da başlamış olabileceği düşünülür. İşte bu makale, bizlere bu taş alet teknolojisinin ilk ne zaman ortaya çıkmış olabileceğini gösteriyor: 1,76 milyon yıl önce.
Bu tarih aynı zamanda Homo erectus atanın Afrika’dan Avrasya’ya göçüne de denk geliyor. Bu durumda Homo erectus ata kendisi ile birlikte Aşölyen taş aletleri Afrika dışına taşımış olmalı. Buna karşın Afrika dışında özellikle 1 milyon yıldan daha yaşlı tabakalarda pek Aşölyen taş aletlere rastlanmıyor.
Bu durumda araştırmacılar Afrika dışına göç eden ataların, Aşölyen tipi taş alet teknolojisi kullanmayan bir grup olduğunu da olasılıklar içine ekliyorlar. Bu durumda 1,76 milyon yıl önce iki grup insan atası varolmuş olmalı: bunlardan biri Aşölyen taş alet üreten ve kullanan ancak Afrika’da kalmayı tercih eden, diğeri ise bu taş alet teknolojisini üretecek deneyim ve tecrübeden yoksun olan ancak Avrasya’ya göç eden.
Aslında bu sonuçlardan yola çıkarak insan üzerine yeni bir evrimsel hipotez kurgulayabiliriz. Buna göre Aşölyen alet teknolojisini üretip kullanarak daha başarılı bir yaşam biçimi sağlayan grup, Afrika içerisinde kalmayı başardı. Zira bu taş alet teknolojisi ile kendine gerekli besinleri sağlayabildiler. Diğer grup ise hayatta kalabilecek teknolojiyi üretemediği için karşılaştığı zorluklar ile baş etme yolu olarak göç etmeyi tercih etti.
Afrika dışında rastlanan en eski insan atası kalıntıları 1,8 milyon yıl yaşındadır. Bu kalıntılar 2000 yılında komşumuz Gürcistan’da (Dmanısı) keşfedilmiştir. 1,4 ve 1,2 milyon yıl yaşında atasal biçimlere ise Avrupa’nın batısında İspanya’da (Fuente Nueva ve Sima del Elefante) rastlanmıştır. 

Afrika’dan göçleri evrilen büyük beyinler mi tetikledi?
Bu yıl çıkan makalelerinde Agusti ve Lordkipanidze (2011), Homo erectus’un Afrika dışına göçünü** tasvir eden dört önemli hipotezi özetliyorlar: Beyin Büyümesi Hipotezi, Kültürel Dışlanma Hipotezi, Göç Dalgası Hipotezi ve Ortak Ev Afrika Hipotezi. Bu hipotezler, neden bazı grupların belli dönemlerde Afrika’dan Avrasya’ya göç ettiklerini açıklamaya çalışıyor. Bunları sırasıyla tanıtmaya çalışayım.

Beyin Büyümesi Hipotezi (BBH), 21. yüzyıla kadar en çok kabul görmüş hipotezi olma ünvanına sahip. Ancak bu hipotez, Gürcistan buluntusu ile geçerliliğini yitirdi. Buna göre beyin büyüklüğündeki artış ve beraberindeki diğer anatomik değişiklikler, daha karmaşık sosyal ilişkilerin ve davranışların uygulanmasında ve yeni besin kaynakları için yeni coğrafi alanların keşfinde uyumsal bir itici güç oluşturmuştu.
Bu hipotez, beyni evrimsel zaman içinde büyüyen atasal insanın yaşamsal gereksinimlerinin de karmaşıklaşarak farklılaştığını öne sürdü. Bu nedenle de atalar, göç ederek yeni yaşam alanlarına ve besin kaynaklarına ulaşma çabasına girdiler.
Bunu destekleyen biçimde, Afrika dışında bulunan ata insan fosilleri de görece büyük beyine sahipti. Beyin büyüklüğünün ivmeli olarak evrildiğini düşünen bazı araştırmacılar, beyin büyüklüğündeki artışın Afrika dışına göçte asıl itici etken olduğu kanaatine varmışlardı.
Bununla birlikte Gürcistan’da Dmanısı lokalitesinde 1,8 milyon yıl yaşındaki tabakalarda bulunan fosil kafataslarının beyin hacmi Afrika’dan göç ettiği düşünülen türlerden daha küçüktü. Bu da BBH’yi desteklemiyordu. 


Taş alet yapanlar mı Afrika’dan göç ettiler?
Kültürel Dışlanma Hipotezi (KDH) ise arkeoloji yani taş alet teknolojisine dayalı bir hipotez. Bu tez, Lepre vd.’nin bulgularıyla da sınanabilecek nitelikte. KDH’ye göre, Aşölyen taş alet teknolijisini/kültürünü üretmeyi başaran ata türü, bu yeni teknolojiyi üretemeyen diğer gruplara göre daha avantajlı bir konuma yükseldi. Bu yeni üretim biçimi ve teknolojinin, onun yeni besin kaynaklarına ve yaşam alanlarına göç edebilmesini sağlayacak donanımı sağladığı ileri sürüldü.

Ancak birçok araştırmacı, söz konusu dönemde bu farklı teknoloji ve kültürleri kullanan grupların birbirlerine çok yakın olarak yaşadığı ve hatta genetik olarak da karıştığını yani melezleştiğini düşünüyorlar.
Genetik olarak melezleşen gruplar aynı zamanda kültürel olarak da bir alışveriş içerisinde bulunurlar, en azından bu durum günümüz insanları için bir gerçek. Kültürel üretim kadar, kültür alışverişi de insanoğlunun en önemli özelliklerinden biridir. Bu durumda yeni teknolojiyi üreten grubun kendini izole etmesi ya da dışlayarak göç etmesi yerine, diğer gruplar ile etkileşim içerisinde kalması daha akla yakın bir açıklama olarak duruyor.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi şimdiye kadar, Afrika dışında 1 milyon yıldan eski tabakalarda Aşölyen teknolojiye henüz rastlanmadı. Bu durum da yeni kültürü ve teknolojiyi keşfedenlerin neden beraberlerinde bu kültürü taşımadıkları sorusunu güçlendiriyor. Bu durumda KDH de desteklenmemiş oluyor. 

İnsanın ataları Asya’ya göç eden avlarını mı takip ediyorlardı?
Göç Dalgası Hipotezi (GDH) ise paleontologlar tarafından ileri sürüldü. Pleyistosen dönemin başlarında (2,5 milyon yıl önce) Afrikalı bazı hayvan grupları Avrasya’nın güney kesimlerine göç ettiler. Göç eden türler arasında suaygırları, sırtlanlar, kılıç dişli kaplan, antiloplar, yaban keçileri, geyikleri, babun ve daha birçok canlı yer aldı. Hipoteze göre birçok avcı hayvan da bu ’göç dalgasının’ peşinden gitti. Bir kısım atasal insanın da bu göç dalgasının peşinden Afrika dışına çıktığı tahmin edilmişti.

Buna karşın birçok araştırmacı, ’göç dalgası’ diye adlandırılan sürecin gerçekten bir dalga olup olmadığının daha detaylı araştırılmasını öneriyor. Özellikle göç eden birçok türe ait fosillerin, Afrika dışında rastlanma tarihleri son derece farklı. Yani bu türler farklı zamanlarda göç etmiş olabilir. Tek bir göç dalgasından değil farklı zamanlarda ve farklı sayılarda gerçekleşmiş bir göçler bütününden bahsetmek daha doğru olabilir.
Ayrıca Afrika dışındaki en eski insan buluntularının ev sahibi olan 1,8 milyon yıl yaşındaki Gürcistan lokalitesindeki hayvan fosilleri, sadece Afrika kökenli değil çoğunlukla Avrasyalı türlerden oluşuyor. Dolayısıyla GDH’nin de verilerle kısmen çeliştiğini söyleyebiliriz. 

Ata yurdu Afrika’yı daha geniş mi düşünmek mi gerek?
Son olarak Ortak Ev Afrika Hipotezi’ne (OEAH) göre, günümüz İsrail’inde bulunan Ubeydiye lokalitesi son derece önemli. Asya ile Afrika arasında bulunan bu muhitte yaklaşık 9000 adet taş alet kalıntısı ve birçok hayvan fosili keşfedildi. Burada bulunan taş aletler, Aşölyen teknolojisinin öncülüne atfediliyor. Bu aletler, 1,3 – 1,9 milyon yıllar arasında bir yaş aralığına tarihlendirilen Konso-Gardula (Etiyopya) lokalitesinden elde edilen taş aletler ile büyük benzerlik goseriyor. Ayrıca Ubeydiye lokalitesi, Avrupa ve diğer Asya lokalitelerden oldukça farkı olarak Afrika’da yer alan Olduvai ve Koobi Fora lokaliteleri ile benzerlikler taşımakta.

’Ortak Ev Afrika’ Hipotezi ise bize farklı bir bakış açısı oluşturmamız öneriyor. Bu bağlamda Augusti ve Lordkıpanidze de, 19. yüzyılın sömürgecilik dönemlerinde, jeoplitik kaygılar ile oluşturulmuş Afrika ülkeleri arasındaki siyasi sınırlarını beynimizden silmemizi öneriyor. İnsan evrimi ve göçlerinin daha rahat anlaşılabilmesi için sınırların olmadığı bir Afrika hatta bir dünya düşünmemiz gerekiyor. Jeopolitik sınırların olmadığı bir dünyada iklimi, biyoçeşitliliği ve coğrafyayı takip etmek zorundayız. Çünkü canlılar çoğunlukla uygun iklim ve ortamlarda yaşarlar ve dağılımları bu yapıları yansıtır.
Bu durumda günümüz Afrika’sının yaklaşık 1,5 milyon yıl önceki kuzey sınırı Anadolu’nun güneyinde Toros Dağları, kuzeydoğu sınırı Ortadoğu’da Zagros Dağları ve batı sınırı da Arap Yarımadası olmuş olacak. Bu durumda Afrika’dan Avrasya’ya bir göç düşünmek durumunda değiliz, Anadolu’nun güneyi, Orta Doğu’nun büyük bir kısmı ve Arap Yarımadası Afrika biyocoğrafyasına dahil durumda.

Afrika’da Büyük Rif Vadisi’nde evrilen atalarımız, bu vadinin kuzey ucu olan Ürdün Vadisini takip ederek bu koridor üzerinden Anadolu’ya ve Ortadoğu’ya geçmiş olacak. Etiyopya’da Konso-Gardula’da yaşayan ata insan biçimleri ile Ortadoğu’da Ubeydiye’de yaşayan ata insan biçimleri, muhtemelen aynı popülasyonun üyeleriydi.
Bu ata biçimler, benzer bir kültürü ve alet endüstrisini paylaşıyorlardı. Bu durumda Afrika’dan bir göç değil, Afrika’nın ’ortak ev’ olduğunu düşünebiliriz.
O halde Anadolu’da Toros Dağları’nı ve Orta Doğu’da Zagros Dağları’nı geçen insan ataları kimlerdi? Diğer bir sorun ise Ubeydiye lokalitesi Dmanısı (Gürcistan) lokalitesinden 500 bin yıl daha genç. Buradan yola çıkan araştırmacılar Afrika’dan Avrasya’ya daha erken bir göçün gerçekleşmiş olabileceği ihtimaline dikkat çekiyorlar.

Paleoçevresel veriler sayesinde 2,4 ve 1,9 milyon yılları arası Kuzey Afrika’da buzul ve buzularası dönemlerin yaşandığı ve kuraklaşmanın gerçekleştiği biliniyor. Bar-Yosef ve Belfer-Cohen (2001) bu dönemde üç farklı göç dalgasının gerçekleştiğini düşünüyor: ilki 1,8-1,6 milyo yıl önce; ikincisi 1,4 milyon yıl önce ve sonuncusu ise 800 bin yıl önce.
Başa dönecek olursak, Lepre’nin makalesi bizlere Aşölyen alet kültürünün en eski örneklerini sunarken, aynı zamanda Afrika’dan Avrasya’ya atalarımızın göçleri hakkında yeniden düşünmemiz ve varolan hipotezleri sorgulamamız gerektiğini gösteriyor. İnsan evrimi her yeni kanıt ile birlikte bazı soru işaretlerini giderirken yeni soru işaretlerinin de ortaya çıkmasına neden oluyor. Paleoantropoloji, paleontoloji ve arkeoloji bilimleri, insanın tarihöncesi hakkındaki bilinmeyenleri aramaya devam ediyor. 


Daha detayli bilgi icin:

Lepre, CJ.  et al.  2011. An Earlier Origin for the Acheulian. Nature  477:82-85
doi: 10.1038/nature10372

Agusti,J. & Lordkipanidze D. 2011. How “African” was the early human dispersal out of Africa? Quaternary Science Reviews 30:1338-1342

Bar-Yosef, O. &  Belfer-Cohen A. 2001. From Africa to Eurasia-early dispersals. Quaternary International 75:19-28.

16 Ağustos 2011 Salı

Karl Marks, Charles Darwin ve Celal Sengor!



Bu yaziyi aslinda yillar once yazmistim, Ali Kırca’nın iki ilahiyat ve bir jeoloji profesörünün katıldığı Din, Bilim ve Darwin konulu Siyaset Meydanı’ni izledikten sonra, Sayın Celal Şengör’ün Marksizm  hakkindaki eleştirilerinin haksiz oldugunu dusunup kaleme almistim. Bu yaziyi gecenlerde bilgisayarimi duzenlerken tesadufen buldum ve o vakit yazdiktan sonra yayinlama pesine dusmemistim, blogda yayinlamanin fena bir fikir olmadigina  ve ogunku emegin de bosa gitmemesi adina ekliyorum. O programda Celal Şengör her fırsatta Marksizm’i eleştirdi; Marksizmi iki ilhaiyat profesorunun yaninda elestirmesi ve zaman zaman onlarla tatli karsitliklar icerisinde orta yol bulmasi ilgincti. Marksizm’i bir “din” ve Marks’ı da bir “aptal” olarak değerlendirdi: “Karl Marks’ın müthiş aptalca bir lafı vardır, diyor ki,İnsanlar tabiatı yorumlamaya çalıştılar, halbuki maksat onu değiştirmektir” ulan sana mı kaldı değiştirmek, çünkü ben Marks’ın felsefesinin egemen olduğu yerlerde dolaştım, tabiatın nasıl canına okuduklarını gördüm, bütün Batı Sibirya, o canım ülke mahvolmuş durumda bu aptalların yüzünden” dedi. 
Ben de bunun uzerine o donem asagidaki yaziyi kaleme aldim, elbette yetersiz ve cok doyurucu bir icerik degil ama yine de burda yayinlamaya deger :), 

 Marks ve Ekoloji

Şengör’ün atıfta bulunduğu cümle, Marks’ın 1845 yılı baharında yazdığı, Ludwig Feuerbach and the End of Classical German Philosophy adlı eserindeki 11. tezidir ve şu şekildedir: “Filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde sadece yorumladılar; önemli olan onu değiştirmektir. 11. tez, Şengör’ün iddia ettiği gibi doğal dünyada ekolojik tahribatı değil siyasal ve sosyal alanda bir değişimi vurgular. Marks, eğer toplum ve doğa arasındaki ilişkileri değiştirmek istiyorsanız öncelikle insanların düşüncelerini, ekonomik yaşam biçimlerini ve materyal ile olan ilişkilerini değiştirmemiz gerektiğini söyler. Ona göre pre-burjuva toplumlarda insan ve doğa birlikte tanımlanır ancak burjuva kapitalizminde insan ve doğa birbirinden ayrılır ve insanin doğa karsısındaki zaferi ve gücü ile ilişkilendirilir. Marks üretim biçimi ve doğanın insan tarafından tanımlanması arasındaki ilişkinin önemini vurgular, örneğin Neolitik zaman üretim biçiminde doğa bir ana olarak sembolize edilir; Koloniyalizm ve kölelik sürecinde doğa, doğaüstü ilişkiler çerçevesinde cezalandıran ve ödüllendiren bir güç olarak sembolize edilir; Feodalizm de ise varoluşun hiyerarşik zinciri olarak algılanır; Kapitalist üretim biçiminde doğa, atomik düzeyde mekanize edilmiş, ekonomik dönüşümün kuralları ile kontrol edilen, insan tarafından maniple edilebilen, özgürce tüketilecek varoluşsal bir hediye olarak algılanır.

Marksizm, tüketim çılgını kapitalist yaşam biçiminin aksine, üretim ve tüketim ilişkilerinin gerçek ihtiyaçlar temelinde düzenlendiği, doğayla barışık bir harekettir. Marks, Engels, Proudhon ve Morris genel olarak dünyanın feodalizm, endüstriyalizm ve kapitalizme geçiş sürecinde yaşamışlardır ve ekolojik kriz onların yaşadığı dönemde köklenmiş olsa da günümüzün en ciddi problemlerinden biridir. Bu krizin tek sorumlusu Marksistlerin şiddetle eleştirdiği kapitalist üretim ve tüketim ilişkileri iken Celal Şengör bunun sorumlusunun Marksizm olduğunu ileri sürmüştür. Günümüzün en aktif doğa savunucularının Marksistler, sosyalistler, anarşistler, feministler ve gey-lezbiyen-transseksüeller olduğundan da bihaber görünmektedir.

Liebig’in 1840 yılında, Organic Chemistry in its Application to Agriculture and Physiology adlı eseri yayınlamış ve bu çalışmanın 1862 yılı baskısı İngiltere’de skandal yaratmıştır. Ekosistem ile barışık bir tarım modeli geliştirilmesi gerektiğini öneren Liebig Marks’ın gözünden kaçmaz ve Engels’e yazdığı mektupta Liebig’in çalışmalarının çok önemli olduğunu belirtir, Kapital’in birinci cildinde de modern tarımın yıkıcı etkisi ve Liebig’in önemli katkısı olarak not eder: “Büyük ölçekli tarım ve büyük ölçekli endüstri, isçileri yabancılaştırmakta ve toprağı yok ederek doğanın yasam koşullarının dengesini bozmaktadır” der.

En önemlisi Marks’ın özel mülkiyete olan eleştirisidir. Marks bireyin ve toplumun doğada özel mülkiyet sahibi olmaması gerektiğini söyler. Bu öneri çok değerlidir ve ekolojik krizin çözümünün temel taşıdır, Marks mülksüzlüğün daha doğal ve ekosistem yararına olacağını işaret eder. Kapitalist üretim ilişkilerinin birey ve toplumda sadece sistematik bir yabancılaşma değil, aynı zamanda bir canlı olarak içinde var olduğu doğaya ontolojik yabancılaşma yaratacağını vurgular. Marks’a göre, kapitalizmde insan-insan, insan-emek, insan-nesne ve insan-doğa arasındaki tek yaşamsal bağlantı paradır, doğa bir alışveriş merkezine dönüşür ve alınıp satılabilen bir meta haline gelir. Sadece doğa değil, kapitalizmde insan emeği alınır satılır ve böylece insan kendi yaşamını da satarak içinde yasadığı doğada özneleşmeden uzaklaşarak kimliksiz bir canlıya dönüşur. Metalaşan insanın doğada ontolojik olarak bir yeri yoktur. Engels, kapitalizmin insanı “yüksek yıkıcı üstünlüğü ile doğanın efendisi” biçiminde tanımlayarak içinde yaşadaığı doğasına yani evine gereksiz ve sahte ihtiyaçları nedeniyle sarf ettiği boşa giden ve sömürülen emeği ile yabancılaşmasından bahseder. İnsanoğlu üretim için emeğin gücünü, hammaddeyi yani doğayı, teknolojiyi ve bireysel-toplumsal ilişkileri sınırsız ve yüksek bir yıkıcılık ile kullanır.
  
Marks ve Darwin

Charles Darwin
Marks, Engels ve tüm diğer komünist, sosyalistler Darwin’i desteklemişlerdir. 1860 yılında Marks, Darwin’in Origin of Species çalışmanın kaba İngiliz tarzında yazılmış olsa da doğa tarihinin kendi bakış açıları içerisinde değerlendirilebileceği için çok değerli olduğunu yazmıştır. Marks’ın Das Capital’in bir cildini ona ithaf etmek istendiği bilinse de o kişi Marks değil, Marks’ın kızı Eleanor ve eşi Edward Aveling’dir. Eleanor ve Edward 1895 yılında Marks’ın çalışmalarını organize etmeye başlarlar ve Edward 1897 yılında Marks ve Darwin hakkında bir makale yazar. Bu makalede Darwin’den cevaplanmış bir mektuptan bahseder. Bu arada Cambridge üniversitesinde Darwin’in yazıları arasında 12 Ekim 1880 tarihli Edward Aveling’ten Darwin’e yazılmış bir mektup bulunur. Edward, The Student’s Darwin adli kitabinin bir bölümünü Darwin’e atfetmek ister. Kısacası, Darwin’in kendisine atfedilmesini -ailesinin din konusundaki hassasiyetinden dolayı- nazikçe reddettiği kitap Marks’in Das Capital’i degil Edward Aveling’in The Student’s Darwin’idir.

Evrim Kuramı’nın sosyal alanda doğru bir biçimde anlaşılması Marks’ın tarihsel materyalizminin kurallarını içselleştirmeyi gerekli kılmaktadır. Aksi takdirde tarihsel materyalizm yaklaşımından yoksun evrim kuramı bireyin sadece ezbere bilgiler ile donatılması anlamına gelir. Bu birey evrimsel varoluşunu sorgulayacak ve Habermas’ın özellikle vurguladığı antroposentirizmin tabularını yıkarak doğada kendini evrim kuramının önerdiği yere koymasını sağlayacak bilgiden yoksun kalacaktır. Bu nedenle Marksist yaklaşım bireyin evrimsel bilgiyi kullanarak varoluşunu yeniden tanımlamasına olanak sağlayacak holistik bir zemin sunmaktadır.

Marks dine karşı değildir, dini toplumun değil bireyin problemi olarak adreslendirir. Marks ve Engels, kapitalist sömürü ilişkileri tekelinde hegemonik araç olarak kullanılan dine ve bu baglamda dinin varoluş koşullarına karşıdır. Şengör’ün sandığı gibi Marksizm bir din değildir, ilahi değil materyalisttir, statik değil kinetiktir, üretim biçimi ekseninde sınıf farklılıklarına ve hiyerarşik güç ilişkilerine karşıdır, eşitlikçidir; Marksizm tamamen toplumun ve bireyin ekonomik, tarihsel ve siyasal ilişkilerinin analitik sorgulanmasına dayalı bilimsel bir hareket bütünlüğüdür. Nasıl ki Darwin’in evrim sentezi eksikleri giderilerek yenileniyorsa Marksizm de birçok yeni çalışma ve katkı ile sürekli bir değişim halindedir. Marksizm salt Sovyet örneğine bağlı değerlendirilecekse bu çok kaba, basit ve indirgeyici bir analoji olacaktır. Habermas, Adorno, Horkheimer, Marcuse, Foster ve Bookchin gibi düşünürlerin katkıları ile Marksizm ve ekoloji ilişkisi yeniden değerlendirilmiştir. Şengör'un doğa bilimi alanında sahip olduğu değerli bilgi birikimi ve deneyimine karşı Marksist literatürun zenginligini ihmal etmesi son derece üzüntü vericidir.