1 Temmuz 2013 Pazartesi

İnsanın Yanlış Ölçümü (The Mismeasure of Man)

Merhaba Arkadaşlar, aşağıdaki kitap tanıtım yazısı Birgün gazetesinin kitap ekinin 125. sayısında yayınlanmıştı. Memleketin içinde bulunduğu şu günlerde çoğunlukla kaba milliyetçi yaklaşımlar ile ayırd edici bir farklılık olarak önümüze sürülen kültürel kimliklerimizin daha iyi anlaşılması bağlamında ve bunların tarih içerisinde oynadığı tehlikeli roller hakkında tekrar düşündürmesi amacı ile blog sayfasında yayınlamayı gerekli buldum. Daha önce okuma fırsatı olmayanlar için iyi okumalar.

 
Antropolog Michael Little bir söyleşisinde “Kendi bilim dalımın tarihi hakkında pek konuşmamayı tercih ederdim, çünkü çok mahcup olurdum ve utanırdım” der. Stephan Jay Gould’un İnsanın Yanlış Ölçümü (The Mismeasure of Man) başta antropolojinin ve daha sonra biyolojinin bu utanç verici yüzünü en çıplak hali ile gözler önüne serer. Kitap ilk olarak 1981 yılında Penguin Press, 1996 yılında bazı ekler ve düzeltiler ile Norton Press tarafından yayınlandı. Maalesef Türkçe’ye bugüne kadar kazandırılmamıştı, bu sorumluluğu üstlenen Versus Kitap’a, kitabı yayına hazırlayan sevgili dostum Murat Gülsaçan’a ve Gould’un zor yazım dili ile baş edip Türkçe’ye tercüme eden Ebru Kılıç’a değerli katkılarından dolayı teşekkürler. Kitap pek yakında raflarda yerini alacak.

Gould, Harvard Üniversitesinde biyolojik belirlenimciliğe karşı uzun yıllar ‘Sosyal bir Silah Olarak Biyoloji’ dersini vermiş, bir akademisyen ve aynı zamanda politik bir aktivist olarak yaşamını sosyal eşitsizliği, bencilliği, saldırganlığı ve genel olarak kötülüğü biyolojik geçmişimize bağlayan indirgeyici anlayışa karşı mücadeleye adamıştır. Bu kitap, insanın düşünsel yetenekleri ve sosyal davranışlarındaki çeşitliliği ırksal farklılıklara dayalı matematiksel hesaplamalar ile açıklamaya çalışan bakış açısına karşı bir paleo-biyolog tarafından yazılmış en önemli çalışmalardan biridir ve Gould’un bu soruna karşı duruşunu karakterize eden en keskin hamlesidir. Özet olarak kitabın birinci bölümünde Gould, Darwin öncesi Amerika ve Fransa’da kafatasından alınan antropometrik ölçümlere dayalı ırk tasnifleri, bilimsel ırkçılık, poligenizm, rekapitülasyon ve genetik belirlenimcilik çalışmalarına, bu çalışmalarda bilim insanlarının taraflı duruşlarına ve metodolojik aksaklıklara odaklanır. İkinci bölümde ise daha çok sosyal Darwinizm, kalıtım, zeka testlerine, yine bu çalışmaların yöntem sorunlarına yoğunlaşır ve son olarak Darwin’in bir misyoner gezisi olan Beagle serüveninde köle ticaretine ve köleliğe karşı duruşunu belli ettiği ilk makalesini irdeler. Gould, Darwin’in bilimsel ırkçılığa ve köleliğe -bireysel olarak- karşı olmasına rağmen ileri sürdüğü evrim mekanizmasının bu tür sorunların giderilmesinde herhangi bir rol oynamadığını hatta tam aksine ırkçıların ve sosyal-Darwinistlerin kendi varsayımlarına daha bilimsel bir çerçeve oluşturulmasında kullanıldığını da vurgular.

Kafatasını Ölçmek

Gould, başlangıçta okuyucuyu 19. yüzyıl Anglo-Amerikasına, özellikle antropoloji alanında ölçme ve kaba sınıflandırmaya dayalı resmi ırkçılığın korkunç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkarır. O günün Amerikası ırkçı çalışmaların yaşayan bir laboratuvarına dönüşmüştür. Tarantino’nun yönetmenliğini yaptığı ve geçen yılın sonunda gösterime giren Django Unchained (Zincirsiz) filminden bazı sahneler kitapta anlatılan dönemi anımsatır. Filmdeki karakterlerden Afrikalı Django (Jamie Foxx) ve Alman King Schultz (Christoph Waltz), Calvin Candie’nin (Leonardo DiCaprio) plantasyonunda köle olarak çalışan -Django’nun sevgilisi- Broomhilda’yı kurtarmak üzere yola çıkarlar. Calvin Candie siyah dövüşçü almak bahanesi ile kendisini kandırıp köle kızı satın alıp kaçırmak isteyen bu ikiliye -özellikle de Alman Schultz’a- büyük bir fiziksel antropoloji dersi verir. Evde sakladığı Afrika kökenli eski bir kölelerine ait kafatasındaki bazı morfolojik özellikleri göstererek siyahların beyazlardan farklı olarak aşağı ve köle ruhlu bir ırk olduğunu -o dönemin egemen antropolojik ve frenolojik algısından aldığı güç ile- kendinden emin bir biçimde anlatır. Filmdeki bu sahne ırkçılığın toplumda özellikle de plantasyon sahibi zengin sınıf arasında nasıl yayıldığını göstermesi açısından en can alıcı sahnelerden biridir. Bu dönemin Amerika’sında ırkçılığın bilimsel sorumlularından biri de Gould’un hakkını vererek eleştirdiği kişidir: Amerikan antropolojisinin kurucu figürlerinden Samuel George Morton’dur (1799-1851).

Avrupa’da 1700’lü yılların ortalarında başlayan ırk tasnifine yönelik çalışmalar ancak 1800’lü yılların ilk yarısında Amerika’ya ulaşmıştır. Bu arada Amerika aynı zamanda kendi tam bağımsızlığını ilan etmiş ve Avrupa’nın evlatlık çocuğu olmaktan kurtulmaya çalışmaktadır; kendi ayakları üzerinde yürüyecek, kendi elleri ile çalışacak ve kendi düşüncelerini konuşacaklardır. Ancak Amerika bilim alanında halen Avrupa’ya bağımlıdır. Morton siyah, beyaz, kızıl ve sarı ırklara ait Amerikan Golgotha adını verdiği yaklaşık 1000 örnekten oluşan büyük bir kafatası koleksiyonuna sahiptir. Morton’un bu kafatasları üzerinde yaptığı analiz sonuçları 19. yüzyıl genel ırkçı önyargılar ile uyuşur. Beyazlar en büyük beyine sahip iken Malezyalılar ve Amerikan yerlileri ikinci, Çinliler ise sonuncudur. Afrika ve Avustralya yerlilerinin beyin hacimleri ise sonun da aşağısında kalmıştır. Büyük beyin zeki, yaratıcı, yetenekli ve üstün, küçük beyin ise köle ruhlu ve taklitçi davranışların belirtecidir. Morton’un çalışmaları dönemin siyasal rüzgârına da paralel olarak ona en objektif ve güvenilir bilim insanı saygınlığını kazandırmıştır. 1851 yılında Morton’un vefatından sonra varisleri Josiah Nott ve George Gliddon onun yarım kalan çalışmalarını tamamlayarak poligenizmi savunan Types of Mankind (1854) adlı kitabı yayınlarlar.

Gould, Darwin öncesi özellikle bilimsel ırkçılığa odaklanmış bu tür antropologların gerçek bilimden ziyade bireysel bakış açıları ve politik duruşlarının etkisi altında kalarak spekülasyon yaptıklarını ileri sürer. Çünkü kullanılan bilimsel yöntem araştırmacıyı kendi bireysel manipülasyonundan koruyamayacak kadar spekülatiftir. Gould bu dönemde iki farklı düşünsel ayrışmaya dikkat çeker; farklı insan ırklarının farklı türler olarak yaratıldığını (poligenesis) savunanlar ve kutsal kitaplarda yazıldığı gibi insanın Tanrı tarafından tek bir tür olarak yaratıldığında (monogenesis) kararlı olanlar. Monogenistler, Avrupalı (beyaz) olmayan ırkların zaman içerisinde Avrupalı ırktan yozlaşmış aşağı ırklar olduğunu düşünmüşlerdir. Bu dönemde, insanın farklı ırklarının olduğunun düşünülmesi Tanrı tarafından tek bir ırkın yaratılmış olduğunu tartışılır hale getirmiştir. Morton’un Amerikan yerlileri (Crania Americana, 1839) ve Mısırlılara ait kafatasları üzerinde yaptığı çalışmalar (Crania Aegyptiaca, 1944) ile ırkların çok eski tarihlerde de birbirlerinden çok farklı olduğunu, monogenistlerin önerdiği biçimde bir karakter bozulması ile aşağı ırkların oluşamayacağını ileri sürmüştür. Tarihsel süreç içerisinde ırklar arasında melezleşmeler olduysa da Morton bu melezlerin çok ender olduğunu ve olanların da kısır olacaklarını önermiştir. Bununla birlikte Lewis Henry Morgan durumu biraz daha yumuşatmış, Amerikan yerlisi ve beyaz melezi olan canlı kanıtlardan yola çıkarak “beyazlaşma” adını verdiği ırksal melezleşmenin mümkün olabileceğinden ve fiziksel olarak daha etkileyici, güçlü bireylerin ortaya çıkabileceğinden bahseder.

Morton’un çalışmaları (poligenizm) Amerika’da dönemin ırkçı ve köle ticareti politikalarını beslerken yaklaşık olarak 80 yıl sonra bu “bilimsel ırkçı” ruh daha tehlikeli bir biçimde Eugen Fischer’in bilimsel danışmanlığında Almanya’da Nazi rejiminin akıl hocalığını da yapar. Fischer’in kontrolünde gelişen insan genetiği çalışmaları Nazi partisine bir emniyet kemeri oluşturmuş ve Alman fiziksel antropoloji ve genetik bilimi Nazilerin korkunç politikalarını uygulamaları için teorik ve pratik kaynak sağlamıştır. Bu dönemde Gestapo, Security Service ve Security Squad kurumlarının lideri olan Heinrich Himmler –aynı zamanda Hitler’in de korunmasından sorumluydu- üst düzey elitlerden oluşan bir Nazi araştırma enstitüsü kurar; Ahnenerbe. Alman ırkının kökeni ve fiziksel özelliklerinin araştırılması için kurulan bu enstitüde birçok antropolog, arkeolog, biyolog, sosyolog ve diğer alanlardan bilim insanları çalışıyorlardı.

Halis Avrupalı

Hannah Arendt’e göre antropoloji bazen “şeytan-lığ-ın sıradanlaştığı” zamanlardı. Antropoloji biliminin ünlü tarihçisi George W. Stocking fiziksel antropoloji biliminin gelişiminin farklı ülkelerin uluslaşmaları ve ulusal antropoloji geleneklerine önemli derecede bağlı bir biçimde çeşitlilik gösterdiğini yazar. Gould’un kitabında bizler yani Türkiye için de alınacak çok dersler vardır. Fiziksel antropoloji Cumhuriyet devriminin ardından ulus-devlet oluşturma sürecinde “Türk’ün” ırksal özelliklerini belirleyip, gelişmiş medeniyetler içerisinde bu ırkın hakettiği yeri alabilmesi için ithal edilir. Beyaz ırkın dışındaki ırkların aşağı görüldüğü bu dönemde Türk’ün Asyalı mongoloid (sarı) ırka sınıflandırılması kabul edilememiştir. Bu nedenle Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan, bir devlet projesi olan doktora çalışması için yaptığı antropometrik saha çalışmalarında binlerce (64.000) Anadolu insanını neredeyse çok kısa denebilecek bir sürede ölçmüş ve Türk ırkının ırksal özelliklerini belirlemeye çalışmıştır.

1939 yılında Cenevre Üniversitesi’nde tamamladığı ve 1947 yılında Türk Tarih Kurumu tarafından Türkçe’ye kazandırılan çalışmasının sonuçlarını şu şekilde özetler: “Türkiye'de yaşayan halkın çoğunluğu orta boyludur. Kafa karineleri bakımından ekseriyet kısa (brakisefal) kafalıdır, gözler muntazamdır, mongoloit (Asyalı) tesir pek azdır. Burunlar düzdür. Cilt nadiren çok esmerdir. Gözler ekseriyetle açık ve orta renktir. Saçların da çoğunluğu orta, yani kestane rengindedir. Şu halde Türkiye halkı umumiyetle "Homo alpinus” denilen Avrupa'nın büyük beyaz ırkına mensuptur... Netice olarak, evvelâ bugün Türkiye'de oturmakta olan halkın, maddî delillere dayanarak, ilmî metotlarla, antropoloji âleminde yeri tespit edilmiş ve milletlerarası antropometri listelerinde Türklerin hakikî yeri tayin edilmiş, Türkiye'de bir ırk birliğinin mevcut olduğu anlaşılmış bulunmaktadır” der. Kimi araştırmacılar Türkiye’de gerçekleşen bu ölçüm çalışmalarının etnik (ayrımcı-ırkçı) değil antropolojik (bilimsel) olduğunu iddia etseler de bir devlet siyaseti ve bilimi olarak fiziksel antropolojinin eski yöntemleri ile egemen bir “ırk” ve “ırkçılık” yaratılmış olduğu gerçeği görmezden gelinemez. Böylece Türk ırkı “bilimsel” olarak kurgulanmış ve devletin resmi ideolojisi sosyolojinin ve kültürel antropolojinin dışlanması ile biyolojik belirlenimci bir içeriğe sahip olmuştur. Irksal ölçekte Avrupa’ya –beyaza- dahil olan Türk, toplumsal ölçekte de bu seviyeye ulaşabilmeliydi. Bunun üzerine devlet, özellikle sosyal ve biyolojik hijyen araçları olarak sosyal Darwinizm ve öjeniği toplumun yeniden (dil, cinsiyet, beden, sağlık, doğum, giyim-kuşam, ahlak v.b. alanlarda) tasarlanmasında kullanır.

Gould kitabın geri kalan bölümünde ırklar arası zekâ seviyesi farklılığı olduğunu biyolojik ve matematiksel hesaplamalar ile belirlemeye çalışan bakış açısına karşı savaşır. Özellikle Goddard’ın 1900’lü yılların başlarında yaptığı IQ (Intelligence quotient: zekâ oranı) testinde İtalyan, Yahudi ve Rus’ların büyük bir bölümünü “yüksek derecede özürlü” ya da “moron” olarak belirlemiştir. Bu bölümde Darwin’in kuzeni ve modern istatistiğin kurucularından Francis Galton’dan Amerikan IQ testlerinin başlatıcısı Lewis Terman’a, Robert B. Bean’a ve Fransız antropolojisinin kurucularından Paul Broca’ya varan bir tarihsel alt yapı ile IQ, kafatası anatomisi ve ölçümleri arasında ilişki kuran antropologları, psikologları ve doktorları tartışır. İnsanlar arasındaki sosyal ve anatomik eşitsizliğin bilimsel uydurmaları 1900’lü yılların başlarında Darwin’in evrim kuramının genel kabul görmesi ve Mendel genetiğinin yeniden keşfedilmesi ile antropometri ve kraniyometri çalışmalarından genetik çalışmalara doğru zemin değiştirir. Gould, özellikle zekanın kalıtımsal olduğunu iddia eden dönemin en ünlü çalışmalarını (psikolog Cyril Burt’ın, Spearman’ın, Thurstone’un, ve The Bell Curve (Çan Eğrisi) adlı çalışma ile bilinen Herrnstein ve Murray’in analizlerini mercek altına alır.

Gould son bölümde Darwin’in bilinmeyen bir tarafını bizlere gösterir. Bir misyoner faaliyeti olan Beagle serüveninde Darwin uğradıkları ülkelerde köleler ve kölecilik ile bir iç hesaplaşması yaşar. Bununla birlikte Darwin’in çok düşük düzeyde de olsa sosyal Darwinizme ortak olduğunu gösteren mektupları mevcut; Heinrich Fick’e yazdığı bir mektupta ılımlı ve tutumlu bir işçinin düşüncesiz, boş gezen, sarhoş alkoliklere oranla üremede ve hayatta kalmada daha başarılı olacağını belirtmiştir. Darwin ırk değil sınıf temelli bir sosyo-biyolojik yaklaşıma sahip olmuştur. Buna karşın sınıf temelli biyolojik belirlenimcilik -Malthus ve Adam Smith’in öğretileri ile- gelecekte sınıflar arası sosyo-ekonomik eşitsizlik üzerine kurulu daha büyük bir felakete yol açacaktır.

Amerika’da biyoloji ve fiziksel antropoloji tarafından desteklenen bilimsel ırkçılığa en büyük darbe biyolog Dobzhansky’nin arkadaşı antropolog Sherwood Washburn tarafından gelir; Washburn, biyolojiden Modern Evrimsel Sentezi fiziksel antropolojiye entegre ettiği (1951yılı) manifestosunda ırktan popülasyona, kategorizasyondan karakterlerin fonksiyonuna, tipolojiden plastisiteye, kaba sınıflandırmadan evrimsel dinamiklere, kalıtım spekülasyonlarından genetik çalışmalara ve insanlığa ırkçı bakış açısından ziyade türün ortak evrimsel geçmişine atıf yaparak fiziksel antropolojinin metodolojisini değiştirmiş ve inter-disipliner bir bilim olarak yeniden tanımlamıştır.

Gould’un bu eseri birçok üniversitede -antropoloji, sosyoloji ve biyoloji gibi bölümlerde- ilgili derslerde okuma listelerinde sürekli yer alır. Gould tarih, olaylar, kişiler, kanıtlar ve analizler ile bilgi dolu bir okuma sunmaktadır. Bazen matematiksel hesaplamalar okumayı güçleştirse de konunun çekiciliği ve önemi daha baskın gelmektedir. Gould’un –özellikle Morton hakkında- saptamalarına farklı çevrelerden eleştiriler ve düzeltiler de geldi. Ancak Gould’un bu kitap ile yapmak istediği uyarı, sosyal canlılar olarak düşüncelerimizin ve davranışlarımızın kültürel ve sosyal etmenlerden biçimlendiğini düşünmek yerine bunun bir eşitsizlik gerekçesi olarak biyolojik farklılıklarımızdan kaynaklandığını düşünmenin tarihteki korkunç örneklerine dikkat çekmektir. Bu anlamda İnsanın Yanlış Ölçümü okunmayı fazlasıyla hak eden bir eser. İyi okumalar!