28 Nisan 2015 Salı

İlk insan keşfedildi mi?

Merhaba arkadaslar! Bu yazi Bilim ve Gelecek dergisinin  gecen ayki sayisinda yayinlanmistir, okuma sansi olmayan takipcilerin ilgisine blogda yayinlamanin iyi olacagini dusundum. Iyi okumalar!

İlk insan keşfedildi mi?


Geçen Mart ayının son haftası, paleoantropoloji bilimi için çok önemli gelişmelere sahne oldu. Etiyopya’nın kuzeydoğusunda yer alan Afar bölgesinde, Ledi-Geraru araştırma alanındaki Lee Adoyta lokalitesinde, 2,8 milyon yıl öncesine tarihlendirilen tabakada bir atamıza ait altçene kemiği parçası keşfedildi (Figür 1). Keşif aslında 2013 yılında gerçekleşmişti, ancak çalışmanın tamamlanarak yayımlanabilir hale gelmesi yaklaşık 2 sene sürdü. Keşif Etiyopyalı bir araştırmacı olan Chalachew Seyoum tarafından yapıldı. Chalachew ile sanırım 2003 ya da 2004 arazi çalışması sezonunda, Etiyopya’da birlikte çalışmıştık. Çok nazik, ilgili ve gayet de azimliydi. Akşamları kampta çadırın kenarında uzun uzun sohbetlerimiz olmuştu. Daha sonra Kaliforniya’da tekrar karşılaştık. Chalachew o dönem, Dikika keşfini (Australopithecus afarensis bebeği) yapan Zeresenay Alemseged ile Kaliforniya Bilim Akademisi’nde birlikte çalışıyordu. Ardından Kaye Reed’in danışmanlığında doktora çalışmasını yapmak üzere Arizona Devlet Üniversitesi’nde (Tempe, Arizona) çalışmalarını sürdürdü ve halen de devam ediyor.





Figür 1. Ledi-Geraru araştırma bölgesi ve Lee Adoyta lokalitesini gösteren harita (Villmoare ve diğ., 2015)

Chalachew keşif anını şöyle anlatıyor: “O gün kendimi çok enerjik ve gözlerimi de çok güçlü hissediyordum. Yüzey araştırması sırasında insan atası keşfedebilme umudu ile sağa sola koşuyordum (Biz bu duruma paleoantropoloji dilinde “hominid fever” yani “hominid ateşi” diyoruz). Küçük bir yamaçtan yukarı doğru tırmandım ve tam tepede kumtaşının yüzeye çıktığı köşede altçene fosilini gördüm. Fosile dokunmadan biraz inceledim ve bir insan atasına ait olduğuna emin olduktan sonra, hemen araştırmanın lideri olan Kaye Reed’e seslendim. Kaye o heyecan ile bir nefeste yamaca tırmandı, fosilin bulunduğu kumtaşının kenarında dizlerinin üzerine çöktü ve biraz inceledikten sonra ‘woooo-hoooo’ diye büyük bir çığlık attı.” Bu çığlık, 2,8 milyon yıl önce ölmüş ve iskeletinin küçük bir parçası kumtaşının içinde korunmuş olan atasını bulan paleoantropoloğun sevinç çığlığıdır. 




















Figür 2. Lee Adoyta lokalitesinden bulunmuş olan altçene fosili. A) içten, B) yandan, C) üstten, D) alttan ve E) büyütulmüş üstten görünüm. Ölçek 1cm. (Villmoare ve diğ., 2015)

 

İnsan evriminde rolü olan atasal gruplar
İşin tanıtım kısmını geçip bilimsel önemine gelirsek, keşif gerçekten araştırmacıların heyecanlandıkları kadar önemli. Bu heyacanı anlamak için bu konuda, Homo cinsinin evrimsel kökeni hakkında biraz altyapı oluşturalım. Gerçi buna benzer bir altyapı oluşturma çabası içeren, bizlerin (Homo sapiens) de dahil olduğu Homo cinsinin kökenini tartıştığım bir yazı, Bilim ve Gelecek dergisinin 2013 yılı Aralık (S.118) sayısında, “Dmanisi fosil keşifleri” başlığı altında yayımlanmıştı. Eğer Bilim ve Gelecek’in o sayısına sahipseniz ya da dergiye online aboneliğiniz varsa, o yazıya kısaca bir göz atıp ardından bu yazıyı okumanızı öneririm.
İnsan evriminde rol almış dört önemli atasal grup var (Figür 3). Bunlardan ilki ve kronolojik olarak en eskisi, yaklaşık olarak 7 ve 4,4 milyon yıllar arasında kalan zaman aralığında yaşamış ve şempanze ile olan ortak atamızdan ayrılan grubun temsilcileri olarak tanımlayabileceğimiz erken insansılar (hominidler). Bu grupta Sahelanthropus, Ardipithecus ve Orrorin gibi cinslerin türleri yer alıyor. Bunlar dik yürüyebilen, ancak zamanlarının büyük bir bölümünü ağaçta geçiren, insansı maymunlar ve insansılar arasında evrimsel özellikler taşıyan ilkin atasal formlar. Figür 3’de erken insansılar yer almıyor, kronolojik ve evrimsel olarak Homo cinsinden daha uzak oldukları için grafiğe dahil değiller. İkinci grupta ise Australopithecuslar yer alıyor. Bu cinsin üyeleri yaklaşık olarak 4 ile 1,9 milyon yılları arasında kalan zaman diliminde yaşamış, dik yürüyebilen, erken insansılardan daha büyük beyne sahip, kabaca alet kullanabilen, farklı beslenme biçimlerine uyum sağlamış ve uzun süre başarılı bir biçimde hayatta kalmış atalarımızdır. Australopithecusların en bilinen türleri Lucy takma adı ile bildiğimiz Australopithecus afarensis ve Australopithecus africanus, Australopithecus garhi ve Australopithecus sediba’dır. Üçüncü grup ise Australopithecuslara çok benzeyen, ancak daha iri yapılı olan ve daha çok sert ağaç kabukları, kökleri ve dalları yemeye uyum sağlamış büyük dişleri olan Paranthropuslar. Bu cinsin üyeleri yaklaşık olarak 3 ile 1 milyon yılları öncesine denk gelen bir zaman diliminde yaşamışlardır. Paranthropuslar iri yapılı ve özelleşmiş adaptasyonlara sahip ata formlardı, beyin hacimleri görece küçüktü, çok güçlü çiğneme kaslarına sahiptiler ve diyetlerinde daha çok bitki ağırlıklıydı. Erken insansılar, Australopithecuslar ve Paranthropuslar sadece Afrika kıtasından biliniyorlar, fosilleri Afrika dışında herhangi başka bir kıtada henüz bulunmadı. Dördüncü ve son ata grubu ise, bizim türümüzün de dahil olduğu Homo cinsi. Bu yazıda daha çok Homo cinsinin ilk üyelerini tanıyacağız. İnsan evriminde karşılaşılan en önemli sorular arasında ilk Homo türünün ne zaman nerde ve nasıl evrimleştiği yer alır. Bu soruların cevabı ise son derece karmaşıktır, gelin hep birlikte bu karmaşık bulmacayı anlamaya çalışalım.









Figür 3. İnsan evriminde rol almış atasal gruplar. Mavi çubuklar Australopithecusları, kırmızı çubuklar erken Homo türlerini, açık mor Paranthropusları ve son olarak koyu mor renk ise geç Homo türlerini gösteriyor.

Homo türleri

Taksonomik olarak Homo cins ismini, ilk defa Carolus Linnaeus (1758) kullandı. Buna göre Homo cinsi altı farklı tür içeriyordu: Homo sylvestris, Homo troglodytes, Homo sapiens ve Homo sapiensin dört ayrı coğrafik varyasyonu (Afrika, Amerika, Avrupa ve Asya). 1800’lü yılların ortalarında ise ilk neandertal fosili keşfedildi ve bu türe birçoğunuzun da bildiği Homo neanderthalensis ismi verildi, ardından Homo erectus, Homo habilis, Homo ergaster, Homo rudolfensis, Homo antecessor, Homo heidelbergensis ve son olarak Homo floresiensis fosilleri tanımlandı. Bu türler genel olarak en çok bilinen ve kabul gören insan türleridir.
Homo cinsinin bilimsel tanımının ve taksonomik çerçevesinin tarihi, özellikle keşiflere ve bu keşiflerin sağladığı yeni bilgilere göre insan evriminin değişen paradigmalarının da tarihini yansıtır. İlk fosil Homo türü 1860’lı yıllarda tanımlansa da, Homo cinsinin kökeni ve evrimine dair dikkate değer modern tartışmaları 1960 yıllardan itibaren başlatabiliriz. Bu anlamda Homo cinsinin kökeni hakkındaki ilk çalışmaların Louis Leakey tarafından başlatıldığını söylemek sanırım hata olmaz. Leakey Homo cinsine ait ilk fosil keşifleri Kenya ve Tanzanya’da yaptı. Kenya-Kanam bölgesinde keşfedilen fosil Homo erectus türüne atfedildi. Takip eden yıllarda yine Leakey ailesinin bir üyesi, Tanzanya-Olduvai George bölgesinde yapılan araştırmalarda yaklaşık olarak 680 cm3 beyin hacmine sahip olan yeni bir türü keşfetti. Bu türün diğer Australopithecuslardan daha büyük beyin hacmine sahip olması, ayrıca aynı lokalitede bulunan ve bu türün üretmiş olabileceği düşünülen taş aletler, onun daha farklı, evrimsel anlamda daha gelişmiş bir tür olduğunu gösteriyordu. Leakey 1964 yılında yayımladığı bilimsel çalışma ile 1,8 milyon yıl öncesine tarihlendirilen bu fosil insana Homo habilis ismini verdi. Bu tarihten sonra birçok Homo habilis fosili keşfedildi. Homo habilis daha büyük beyin hacmine, daha küçük dişlere, daha düz yüze ve daha yetenekli dik yürüyüş anatomisine sahip olması ve ayrıca taş alet üretmesi ve kullanması ile Australopithecuslardan farklılaşıyordu. Ayrıca daha önce keşfedilmiş olan Homo erectus ve modern insan olan Homo sapiense daha benzer özellikler taşıyordu. Bu tarihlerde Homo habilis türü Australopithecus ve Homo cinsi arasındaki evrimsel zincirin halkası ve Homo cinsinin atası olarak yorumlanıyordu.
1970’li yıllarda ise Kenya’da Koobi Fora lokalitesinde Louis Leakey’nin oğlu Richard Leakey tarafından sürdürülen çalışmalarda, Homo cinsinin kökeni hakkında mevcut hipotezleri değiştirecek keşifler yapıldığı duyulmaya başladı. Richard, Turkana Gölü’nün doğu kenarında dokuz kafatası, on çene, bazı dişler ve iskelet parçaları keşiflerini 1973 yılında yayımladığı makalelerle duyurdu. Bu fosiller yaklaşık olarak Tanzanya-Olduvai George lokalitesinden bulunanlar ile aynı jeolojik yaşta idi; 1,9 ya da 1,8 milyon yıl. Kronolojik ve morfolojik benzerliklerden dolayı Koobi Fora fosilleri de Homo habilis türüne dahil edildi. Ancak Koobi Fora’da bulunmuş olan iki kafatası Homo habilisten evrimsel olarak farklılıklar gösteriyordu, en sonunda araştırmacılar bu kafataslarının farklı bir türe ait olduğuna ikna oldular ve Homo rudolfensis ismini verdiler. Konudan bağımsız olsa da, ilginç bir bilgiyi de sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu fosile Homo rudolfensis adının verilmesi, Turkana Gölü’ne Kenya bağımsızlığını kazanmadan önce, koloniyal dönemde Batılıların Rudolf Gölü ismini vermelerinden kaynaklanıyor. 1964 yılında Kenya bağımsızlığını kazandıktan sonra göl orjinal ismini (Turkana) tekrar kazandı.
Bu yıllarda Etiyopya’nın güneyinde Omo Nehri’ne yakın bir bölgede fosil dişler keşfedildi. Bu keşifler Homo cinsinin kökeninin 2 milyon yıl kadar geriye gitmesine neden oldu. Bu sırada Kenya-Chemeron lokalitesinin jeolojik yaşı belli oldu ve burda bulunan fosiller 2,4 milyon yıl öncesine tarihlendirildi. Bu durum 2 mliyon yıl öncesine indirilen Homo cinsinin kökenini 2,4 milyon yıla geriletmiş oldu.
Homo habilis büyük beyin hacmi ile alet üreten ve kullanan bir tür olarak evrimsel bağlamda ileri özelliklere sahip olsa da, genel iskelet yapısı Australopithecuslara da benziyordu. Ayrıca Homo habilis ve Homo rudolfensis arasındaki benzerlikler ve farklar, daha o dönemlerde araştırmacılara erken Homo üyelerinin büyük bir morfolojik çeşitliliğe sahip olabileceğini düşündürmüştü. Erken Homo üyeleri yaklaşık olarak 2,4 ve 1,8 milyon yıllar arasında Australopithecuslar ile benzer bölgelerde yaşamışlardı. Ledi-Geraru lokalitesinde Chalachew’nun yaptığı yeni keşif, Homo cinsinin ilk ortaya çıkışını 2,8 milyon yıl öncesine taşıdı.

Yeni fosil, insanın ataları arasında evrimsel boşluğu doldurmaya aday…

Araştırmacılar henüz bu fosil keşfi taksonomik olarak bir türe atfetmediler. Bu fosilin bir Homo habilis türü olan OH7 envanter numarası ile Olduvai George lokalitesinden bilinen tür ile benzerliklerinin olduğunu ileri süren paleoantropologlar da var, ancak bu iki tür arasında neredeyse 1 milyon yıl gibi uzun bir kronolojik uçurum var. Bununla birlikte Ledi-Geraru buluntusu aynı zamanda Australopithecus afarensise de benzer özellikler taşıyor. Homo cinsine evrimsel olarak en yakın iki Australopithecus türü biliniyordu; bunlardan ilki Etiyopya’dan bilinen Australopithecus garhi ve diğeri de Güney Afrika’dan bilinen Australopithecus sediba’dır. Araştırmacılar Ledi-Geraru türünün bu iki Australopithecus türünden daha çok Australopithecus afarensise yakın morfolojik karakterlere sahip olduğunu belirtiyor. Bu nedenle Australopithecus afarensis ile Homo habilis arasındaki evrimsel boşluğu hem kronolojik hem de morfolojik olarak doldurmaya büyük olasılıkla aday olduğunu iddia ediyorlar. Bu aşamada Ledi-Geraru altçene fosilinin Homo rudolfensis, Homo habilis ve Australopithecus afarensis ile benzer özellikler taşıdığı için erken bir Homo türüne ait olduğuna şüphe yok. Bununla birlikte 2,8 milyon yıl öncesine tarihlendirilmesi, bu türü bugüne kadar bilinen en eski Homo türü pozisyonuna getiriyor.
İnsan evrimi çalışmalarında son yıllarında araştırmacıların özellikle üzerinde durduğu konulardan biri de erken Homo türleri arasındaki morfolojik çeşitlilik. Özellikle 2.5 ve 1.5 milyon yıllar arasında Afrika’da ve Avrasya’da farklı morfolojik biçimlerde Homo türleri keşfedildi.  Gürcistan’da bulunan Dmanisi fosillerinin gösterdiği tür içi morfolojik varyasyon beklenmedik düzeyde genişti. Aynı zamanda Afrika’da (özellikle Doğu Afrika) 2.5 ve 1.8 milyon yıllar arasında bulunan Homo rudolfensis, Homo habilis ve Homo erectus türleri arasındaki morfolojik farklılıklar da son derece dikkat çekici. Jeolojik olarak birbirine çok yakın zaman dilimlerinde ve coürafik alanlarda bu kadar fazla türün bir arada yaşamasının nedeni ne olabilirdi?
Bu sorunun cevabını dünyaca ünlü antropologlar olan Suzan Anton, Richard Potts ve Leslie Aiello’nun ortak ürettiği bir bilimsel çalışma veriyor. 2014 yılının Temmuz ayında yine Science dergisinde yayımlanan Evolution of Early Homo: An integrated biological perspective (Erken Homo’nun Evrimi: Tümleşik bir biyolojik yaklaşım) başlıklı çalışma bugüne kadar paleoantropoloji, ekoloji, biyoloji, jeoloji vb... ilgili bilimlerin çalışmaları ile üretilen erken Homo türlerinin evrimi hakkındaki verileri bir araya getirerek bütünsel bir yaklaşım oluşturdular. Australopithecuslar ve erken insansılardan bizim cinsimizi yani Homo grubunu farklı kılan özellikleri; büyük ve çok enerji tüketen beynimiz, uzun bacaklarımız, yüksek vücudumuz, dişi ve erkek bireylerimiz arasında azalan eşeysel farklarımız, diyetimizde hayvansal besinlerin çoğalması gibi, Afrika’da iklimin kuraklaşması ve buna bağlı olarak artan açık alanlarda hayatta kalma mücadelesi veren atalarımızın yaşadığı topluluklarda ortaya çıkan evrimsel adaptasyonlar olarak biliniyordu. Ancak Anton, Potts ve Aiello Homo cinsinin bu benzersiz özelliklerinin herhangi bir toplulukta evrimleşmiş karakterler paketi olarak yorumlanmaması gerektiğini düşünüyorlar. Özellikle bu karkaterlerin bazılarının daha önce bilinenden daha erken zaman dilimlerinde ortaya çıkmış olabileceğini vurguluyorlar. 2.5 ve 1.5 milyon yıllar arasında Homo cinsinin Homo rudolfensis, Homo habilis ve Homo erectus olarak bildiğimiz ilk üç türünün önemli iklimsel değişimlerin, artan mevsimselliğin -yani yıllık nemli ve kurak dönemler arasındaki farklıların daha da artmasıyla- atalarımızın yaşam alanlarına olan çevresel etkisinin oluşturduğu doğal seçilim baskısı ile evrimleştiğini belirtiyorlar. Bu doğal seçilim baskısı atalarımızın farklı topluluklarında yukarıda bahsettiğimiz Homo cinsine özgü karakterleri evrimleştiren grupları daha avantajlı konuma taşıdı. Özellikle beslenme biçiminde daha töleranslı olma, büyük ve yüksek bedene sahip olma ve taş alet üretebilme gibi özellikler değişençevre koşullarına karşı onları hayatta kalma mücadelesinde daha donanımlı hale getirdi. Homo benzeri evrimsel özellikleri Australopithecus garhi ve Australopithecus sediba gibi türlerde de rastlıyoruz, bu da o dönemde benzer doğal seçilim baskılarına sadece Homo cinsinin üyeleri değil bazı Australopithecus türleri de benzer cevaplar veriyor, ancak bu uyumsal cevaplar onların hayatta kalmasına yetecek güçte ve başarıda değil, o nedenle o türler yok oldular. Örneğin, Australopithecus sediba türünün Homo benzeri el ve diş morfolojisine sahip olmasına rağmen küçük beyin hacmi ve kısıtlı dik yürüme kapasitesi onun değişen çevre koşullarına uyum töleransının yetersiz olduğunu gösteriyor.

Doğu Afrika’da özellikle 3 ile 2 milyon yıllar arasında kalan jeolojik dönemde, sadece insan evriminde değil, diğer memeli hayvan türlerinde, ayrıca bitki örtüsünde de önemli değişimler olmuştur. Bu dönemde meydana gelen küresel iklim değişimleri, Afrika’da iklimsel çeşitliliğin, mevsimselliğin artmasına, ayrıca insan atalarını da içeren çeşitli memeli hayvan türlerinin evrimleşmelerine ve yeni türler üretmelerine neden oldu. Lee Adoyta lokalitesinde bulunan hayvan faunasında yer alan ve bölgede daha önce bilinmeyen yeni memeli türleri de bu tezi doğruluyor. Özellikle artan mevsimselliğin ve kuraklaşmanın bu iklimsel değişimlere uyum sağlamış yeni türlerin evrimleşmesi ile devam ettiği ve Homo cinsinin de bu dönemde ortaya çıkması dikkat çekici. İklimsel değişim ve bunun sonucunda oluşan doğal seçilim baskısı, türlerin değişen çevresel koşullara uyum sağlayarak evrimleşmeleri ve türleşmeleriyle sonuçlandı. Bu dönemde sadece Homo cinsi değil, aynı zamanda Paranthropuslar, yani iri yapılı Australopithecus benzeri insansılar da evrimleştiler. Aynı dönem (3-2 milyon yıllar arası) hem Australopithecuslar, hem Paranthropuslar ve hem de atalarımız olan Homo cinsinin üyeleri birbirlerinin çağdaşı olarak var oldular. Ancak sadece bizim cinsimiz olan Homo cinsinin üyeleri yaklaşık 1,8 milyon yıl önce Afrika dışına göç ederek dünyaya yayıldı ve günümüze kadar hayatta kaldı. Homo cinsinin son ve tek temsilcileri olarak bizlerin yeryüzünde ne kadar süre daha bu yaşam biçimi ve sistemi ile türün devamını sağlayabileceği de günümüzün en önemli sorularından biri.


KAYNAK
1) Villmoare ve diğ. (2015), “Early Homo at 2.8 Ma from Ledi-Geraru, Afar, Ethiopia”, Science, 347, 1352-1355.


14 Nisan 2015 Salı

Neandertaller ile atalarımız 55 bin yıl önce melezleşti!



Kendi türümüz olan Homo sapiens’in evrimsel tarihini öğrenmenin ve anlamanın en önemli yollarından biri de kendi genetik bilgimizi en yakın akrabalarımız olan insansı maymunlar (şempanze, goril ve orangutan) ile karşılaştırmaktır. Bununla birlikte atalarımız evrimsel olarak insansı maymunlardan büyük olasılıkla 6 milyon yıl önce ayrıştılar. Bu nedenle insansı maymunlar görece uzak akrabalarımız sayılır. Kendi evrimsel tarihimizin jeolojik zamanlar içerisinde saklı olan bilinmeyenlerini aydınlatmanın en kesin yolu ise kendi morfolojik ve anatomik özelliklerimizi bizlere evrimsel olarak daha yakın olan atalarımızınki ile karşılaştırmak, hatta bu fosil atalarımızın kalıntılarından atasal DNA elde etmek mümkün ise genetik bilgimizi de karşılaştırmaktır. DNA materyali kemik içerisinde çok uzun dönemler korunabilse de –donma gibi özel koşullar haricinde- DNA’sı korunmuş en eski insan atası fosili yaklaşık olarak 400 bin yaşında. 

Bu tarihten günümüze özellikle Neandertal fosillerinden elde edilen genetik bilgi -kaldı ki Neandertallerin bütün genom dizilimini öğrenmiş durumdayız- bizlere atalarımız ile olan evrimsel ilişkilerimiz ve bizden farklı olarak kaç farklı insan türünün bugüne kadar yaşadığı hakkında önemli bilgiler veriyor. İlk Neandertal DNA’sı 1997 yılında Svente Pääbo ve ekibi tarafından elde edilmişti. Ardından 2000 yılında Mezmaiskaya (Rusya), Vindija (Hırvatistan); 2004 yılında Engis (Belçika), Le Chapelle-aux-Saints ve La Rochers-de-Villeneuve (Fransa); 2005, 2006 ve 2011 yıllarında El Sidron (İspanya); 2006 yılında Monti Lessini (İtalya) ve Scladina (Belçika); 2007 yılında Teşik Taş (Özbekistan) ve Okladnivok (Rusya); ve 2012 yılında Valdegoba (İspanya) lokalitelerinden bulunan Neandertal fosillerinden elde edilen DNA bilgisi bütün Neandertal genomuna sahip olmamızı sağladı. Genel olarak elde edilen Neandertal genetik bilgisinden öğrendiğimiz en önemli veri onların çok düşük genetik çeşitliliğe sahip olduğunu öğrenmek oldu. Ayrıca genetik bilginin yanında arkeolojik ve antropolojik kanıtlar da onların küçük gruplar halinde yaşadığını gösteriyordu. Neandertaller hakkında öğrendiğimiz diğer önemli bir bilgi ise onların bizler gibi kompleks seslerden oluşan bir konuşma diline sahip olmadığı oldu. Araştırmacılar Neandertallerden elde edilen genetik bilgi ile bizimkini karşılatırarak konuşma yeteneğimizi düzenleyen FOXP2 genlerinde farklılıklar olduğunu gözlemlediler. 

2010 yılında Neandertallerin bütün genom dizilimini öğrenmemizin yanısıra ayrıca Altay dağlarında bulunan Denisova mağarasında keşfedilen ve Denisova insanı olarak adlandırılan farklı bir insan türünün de Neandertal ve modern insan ile birlikte aynı dönemlerde ve yakın coğrafyalarda yaşadığını öğrendik. Denisova insanının parmak kemiğinden elde edilen genetik bilgi bu insanının atasının Neandertal ve modern insanın ortak atasından yaklaşık bir milyon yıl önce ayrıştığını gösteriyor. 

Genel olarak bizlerin, yani anatomik olarak modern insanın genetik bilgisi Neandertal ile karşılaştırılınca Afrikalı olmayan modern insanların Sahara-altı Afrikalılara göre Neandertaller ile yüzde bir ve dört arasında daha fazla genetik benzerlik paylaştığı ortaya çıktı. Bununla birlikte günümüz Melanezyalıların genetik yapılarının dünyanın diğer kısmında yaşayanlarına göre Denisova insanın ile yüzde dört ve altı oranlarında daha fazla benzerlik paylaştığı da görüldü. Bu bulgular Neandertallerin Sahara-altı Afrikalıların ataları dışında özellikle Avrasyalı modern insanlar ile genetik olarak melezleştiğini, hatta Denisova insanı ile daha fazla benzerlikler paylaşan Güneydoğu Asyalıların ataların ile daha fazla genetik melezleşmenin gerçekletiğini de göstermiş oldu. 

Yazının buraya kadar okuduğunuz kısmında paleogenetik çalışmaların bizlere hepimizin, özellikle de Avrasyalıların küçük de olsa bir miktar Neandertal genleri taşıdığımızı kanıtladığına şahit oldunuz (daha fazla bilgi için: Hepimiz biraz Neandertaliz, Bilim ve Gelecek, sayı 121). Ancak Neandertaller ve modern insan arasında gerçekleşen melezleşme genetik çalışmalar ile kanıtlanmış görünse de morfolojik olarak bu melezleşmenin gerçekleştiğini gösteren güçlü bir fosil ya da kültürel kanıt henüz bulunamamıştı. Bu anlamda 2015 yılı önemli Neanderthal haberlerleri ile başladı. Bu haberlerden ilki Neandertal ve modern insan melezleşmesini morfolojik kanıtlarını sunuyor. Araştırmacılar İsrail’de Manot mağarasında (Figür 1) Uranyum-Toryum tarıhlendirmesine göre 55 bin yıl öncesine tarihlendirilen seviyede bir kafatası parçası (kafadamı) (Figür 2) keşfettiler. Kafatasının morfolojik özellikleri –özellikle de oksipital olarak adlandıran ard kafa kemiği morfolojisi- 50 bin yıl önce Avrupa’da bulunmuş modern insanlarınkine benziyor. Bu tarihler, 60 bin ile 40 bin yıllar arası anatomik olarka modern insanın Afrika’dan Avrasya’ya göç ettiği zaman aralığı. 55 bin yıl öncesine tarihlendirilen ve Neandertal ve modern insan arası özellikler taşıyan bu fosil bize atalarımızın daha soğuk ve çetin iklim koşullarının egemen olduğu kuzey topraklarına (Avrupa ve Asyanın kuzeyi) göç etmeden önce Neandertaller ile Levant bölgesinde kaşılaştığı ve melezleştiğini gösteriyor. Böylece ilk kez Afrika’dan Levant’a göç eden atalarımız burda Neandertaller ile melezleşerek gerekli genetik ve mikrobiyolojik (faydalı bakteriler) donanımı edinerek evrimsle anlamda daha güçlü ve dayanıklı bireyler olarak kuzeye göç ettiler. 



Figür 1. Manot Mağarasının coğrafik lokasyonu (Hershkovitz ve diğ. 2015)


Figür 2. Manot Mağarasında keşfedilen kafatasının (a) üstten, (b) yandan, (c) önden ve (d) arkadan görünümleri. 

Tel Aviv Üniversitesi’nden ve makalenin ilk yazarı olan araştırmacı Israel Hershkovitz “kafatasının yüz ve çene bölgesi olmaması büyük şanssızlık, ancak sadece kafadamının bulunması bile büyük bir keşif olmasına yetiyor. Anatomik olarak modern, özellikle Avrupalı Cro-Magnon insanına benziyor, ancak yine de bazı ilkin Afrikali morfolojik özelliklerini de koruyor. Muhteşem! Bu bugüne kadar bulunmuş Afrika ve Avrupa arasındaki evrimsel bağlantıyı kuran ilk keşif.” şeklindeki yorumları ile kesif hakkındaki düşüncelerini belirtiyor. Ayrıca bu keşfin 60 bin yıl önce Afrika’dan Avrasya’ya göçe başlayan atalarımızın 55 bin yıl önce Manot mağarasında Neandertaller ile karşılatığı ve melezleştiğine dair kanıt olan tek adayın bu fosil olduğunu ileri sürüyor. Morfolojik olarak doğru, ancak DNA bilgilerinin elde edilmesi bu savı doğrular. Afirka Merkezli modern insanın kökeni savının babası ünlü paleoantropolog Chris Strinder'da Hershkovitz’e katılarak bu keşfin önemli bir aday olabileceğini belirtiyor. 

Neandertal akrabalarımız hakkında yayınlanan diğer bir çalışma ise onların ekoloji ve diyeti ile ilgili. Bugüne kadar Neandertalleri diyetlerinde hayvansal besinlerin yani etin egemen yiyecek olduğunu düşündük. Ancak American Journal of Physical Anthropology dergisinde Fiorenza ve diğerleri tarafından yayınlanan çalışmada Neandertallerin bilinenin aksine diyetlerine önemli ölçüde bitkisel besinler de katmış olmaları gerektiğini vurguluyor. Bunun nedeni ise hayvansal besinlerden elde edeceğimiz hayvansal proteinin fiziksel bir limiti olması; aşırı miktarda alınan hayvansal protein özellikle hamile kadınlar ve yeni doğan bebekler de tehlikeli olabiliyor. Bu tehlikeden dolayı yani et-merkezli protein zehirlenmesini önlemek için Neandertaller diyetlerine alternatif besin kaynakları katmış olmalıydılar ki bu da muhtemelen çeşitli bitkisel besinler olmalıydı. Bununla birlikte yine bu yılın başlarında yayınlanan Geof Smith imzalı makale ise zooarkelojik kanıtlara göre Neandertallerin özellikle megafauna olarak bildiğimiz mamut, fil ve gergedan gibi memeli türlerinden oluşan hayvanları avlayarak beslendiğini ileri sürüyor.

Kaynaklar
Hershkovitz ve diğ., 2015. Levantine cranium from Manot Cave (Israel) foreshadows the first European modern humans. Nature, 28 Ocak 2015. doi:10.1038/nature14134

            Fiorenza ve diğ., 2015. To meat or not to meat? New Perspective on Nenaderthal Ecology. AJPA, Yearbook of Physical Anthropology. 156, 43–71.

            Smith, G., 2015. Neanderthal megafaunal exploitaition in Western Europe and its dietary implications: A contextual reassessment of La Cotte de St Brelade (Jersey). Journal of Human Evolution, 78, 181–201.

Modern Kuşların Yeni Soyağacı



Yumurta mı önce gelir yoksa tavuk mu sorusunun cevabını araştırmacılar  verdi; önce genler gelir. Araştırmacılar bazı kuş türlerinden elde ettikleri genom dizilimlerini kendileri ve yakın akraba olan farklı türler ile karşılatırarak kuşların bugüne kadar bilinen en son soyağacını oluşturdular. Science dergisinin 12 Aralık 2014 sayısında düzinelerce araştırmacının katkı koyduğu yeni bir genetik çalışma kuşların, özellikle dinozorların yok olduğu dönem olan Kretase-Paleojen geçişinde yaklaşık 10-15 milyon yıllık jeolojik olarak kısa bir zaman diliminde 36 farklı evrimsel çizgiye ayrıştığını gösteriyor. Sadece bu çalışma değil aynı zamanda Genome Biology, GigaScience ve bazı diğer yayınları da kapsamak üzere kuşların genom dizilimleri hakkında 28 makale yayınlandı.
Araştırmacılar bu çalışma için bugüne kadar bilinen en fazla kuş genom dizilimini çıkardılar; 48 farklı kuş türünün genomu dizildi. Böylece kuşların soy ağacı yeniden inşa edildi. Bu çalışma uluslararası büyüklükte farklı birçok ülkenin (20 farklı ülke ve 80 farklı enstitü) üniversite ve araştırma enstitülerinin katıldığı ortak bir proje ile gerçekleşti. Araştırmanın en önemli mimarlarından biri olan Danimarka Doğa Tarihi Müzesinden Thomas P. Gilbert “kuşların evrimi ile ilgili birçok soru işaretinin halen gizemini koruyor olduğunu bilmek beni çok rahatsız ediyordu, farklı kuş gruplarının birbirleri ile olan evrimsel ilişkilerinin günümüzde halen bilinmiyor oluşu üzerinde durulması gereken bir araştırma konusu” şeklinde bu araştırmanın ana sürücüsü olan soru işaretlerini vurguluyor. Bugüne kadar kimse modern kuşların ilk olarak ortak atadan ne zaman ve hangi tür ile ayrıştığını belirleyemedi.
Türlerin evrimleşerek çeşitlenmesi her zaman tedrici bir biçimde gerçekleşmez. Özellikle fosil kayıtlarda büyük çevresel değişimlerin ardından ani denilebilecek –makroevrimsel- ölçeklerde türleşmeler ve çeşitlenmeler görülür. Yaklaşık 66 milyon yıl önce dinozorların yok olmasının ardından memeli ve kuş türlerinde önemli bir artış gözlemlenir. Çalışmanın sonuçları ilk modern kuşlar (Neoaves) bugün bildiğimiz güvercin, dalgıç kuşu ve flamingoların atalarıydı. Yaklaşık 67-50 milyon yılları arasında dinozorların yok olması ile birlikte kuş çeşitliliğinde bir patlama oldu. Kuşlar da memeliler gibi dinozorlardan geriye kalan habitatlara yerleştiler ve çeşitlendiler. Kuşların nasıl evrimleştiği ve farklı grupların birbirleri ile olan evrimsel ilişkisini anlamak için araştırmacılar onların genomlarını yaşayan en yakın akrabaları ile karşılatırdılar; timsahlar. Kuşlar yakın akrabaları olan dinozorlar ve timsahlar gibi archosaur olarak isimlendirilen gruba dahildir. 3 farklı timsah türünün genomu dizildikten sonra araştırmacılar bu sucul sürüngenlerin son 50 ve 100 milyon yıl arası zaman diliminde çok az evrimsel değişim gösterdiğini saptadılar. Kuş ve timsah genomları karşılaştırıldığında ortak archosaur atadan nasıl ayrıldıklarını da anladılar. Bu çalışmada kullanılan karşılaştırmalı genom analizleri bütün modern kuşların ortak atasının mineralize olmuş dişlerden yoksun olduklarını ve yaklaşık 116 milyon yıl önce evrimsel bir değişim ile mineralize dişleri kaybettiklerini öneriyor. Günümüzde yaşayan yaklaşık 15 bin dişsiz kuş türü mevcut. Bununla birlikte memelilerde ise dişsiz sadece birkaç tür biliniyor, kuşlardan farklı olarak bizlerin yani memelilerin evriminde dişler çok önemli bir rol oynuyor. 



































Şekil:  Genom-bazlı kuşların soyağacı (Jarvis et al., 2014)

Kuşların hakkındaki diğer bir soru ise onların vokal özelliklerinin nasıl evrimleştiği hakkındaydı. Bu özellik bir kere atasal bir grupta evrimleşti ve kalıtıldı mı yoksa farklı her grup kendi vokal özelliklerini evrimleştirdi mi? Çalışma vokal değişimin farklı gruplarda farklı sayıda ve zamanda evrimleştiğini gösteriyor. İnsanda konuşmayı kontrol eden genler kuşlarda vokal öğrenmeyi düzenliyor.
Modern kuşların çoğu gözlerinde 4 farklı renk alıcısına sahip, bu onlara tetrokromatik görüş yeteneği kazandırıyor. Bu durum onların daha geniş bir renk aralığını görebilmelerini sağlıyor. İnsan da dahil olmak üzere memelilerin birçoğu trikromatik, yani gözlerimizde sadece 3 farklı renk alıcısına sahibiz. Bununla birlikte penguenler kuşlar arasında farklı bir yere sahip, onlar da bizler gibi 3 renk alıcısına sahipler.
Bugüne kadar şahin ve kartal gibi avcı kuşların özelliklerinin kuş soy ağacının farklı kısımlarında iki kere ortaya çıktığı düşünülüyordu. Ancak kuşların yeni soy ağacına göre bütün kara kuşları tek bir avcı atadan türedi, fakat bu kara kuşlarının çoğu avcılık yeteneklerini kaybettiler.
Birçok kuşun bizleri hayran bırakan farklı renkte ve biçimdeki tüyleri β-keratin proteinleri tarafından oluşturulur (beslenir). Araştırmacılar farklı kuş gruplarını incelediklerinde, kara kuşlarının su kuşlarından iki kat daha fazla β-keratin çeşidine sahip olduklarını gördüler. Ayrıca evcilleştirme sürecinde renkleri ve biçimleri güzel olan kuşların insan tarafından seçilip melezleştirilmesi ile bu protein çeşitlerinin kara kuşlarında daha da arttığı bir gerçek.
Kaynak:
Jarvis et al. “Whole-genome analyses resolve early branches in the tree of life of modern birds.” Science 12 December 2014: Vol. 346 no. 6215 pp. 1320-1331. DOI: 10.1126/science.1253451

http://www.sciencemag.org/content/346/6215/1320