23 Haziran 2016 Perşembe

İnsan Çeşitliliği ve "Irk" Politik Kurgusu



John Ball’un  1965 yılı “In the Heat of the Night (Gecenin Sıcağında)” kitabından esinlenen Norman Jewison’un1967’de yine aynı isimle sinemaya uyarladığı filmin mesajı ilginç bir diyalogda gizlidir. Bu diyalog plantasyon sahibi Mr. Endicott ve siyahi dedektif Virgil Tibbs arasında orkideler ve eğreltiotları bahsinde bir serada geçer. Kitabı okumadıysanız –sanırım Türkçe’ye çevrilmedi henüz- ya da filmi henüz izlemediyseniz (ben filmi izledim) zaman ayırıp bakacağınızı düşündüğüm için detaylara girmiyorum. Dönemin ırkçı bakış açısını diyalogda açıkça gözler önüne seren film Ray Charles’in seslendirdiği “In the heat of the night” şarkısı ile de çok ayrı bir boyuta ulaşır. Siz de bu yazıyı okurken ambiyans olarak dinleyebilirsiniz.

 

Bu yazıda sizlere tanıtacağım kitap yukarda bahsettiğim filmde plantasyon sahibi Endicott’u bir beyaz olarak siyahi Virgil’e karşı üstün kılan ve bir türlü insanlığın yakasını bırakmayan illetin yani “ırkçılığın” bilimsel tarihi hakkında. Tamamen bir kurgudan, uydurmadan ibaret olduğunu bütün güncel kanıtları ile bizlere sunan, bilimsel gerçeklerin taraflı kaygılar ile değiştirilmesine karşı,Virgil’in siyah eli ile Endicott’un beyaz suratına attığı tokadın sesidir bu kitap. Bugüne kadar çoğunlukla kimdir “ırkçı” ya da nedir “ırkçı davranış” diye sorgulayageldik. Belki de “ırkçı davranışların yani bu tür patolojilerin ortaya çıkmasına neden olan çirkin sistemin sorgulanması” daha gerçekçi kazanımlar elde etmemizi sağlayabilir. Dünya neredeyse 17. yüzyıldan beridir bu korkunç miras ile mücadele etmektedir. Aslında çok da gerilere gitmeye gerek yok, ırçılık her seferinde, politik ve ekonomik krizlerde yoğun olarak karşımıza çıkarılan ve üstelik gündelik hayatımızda farklı seviyelerde karşı karşıya kaldığımız bir insanlık suçudur. Türkiye’nin, Avrupa’nın ve genelde dünyanın bir türlü içinden çıkamadığı ve kangrenleşmiş bir çok politik çıkmazın sıcak karnında otoriter, baskıcı, gerici ve ırkçı yönetimlere bağlı adalet, eşitlik ve özgürlüğün olmayışı aşikardır. Amerika’da Trump’ın adaylığı, Avrupa’da mülteci krizi bizlere tarihin sürekli benzer biçimde tekrar ettiğini ve ırkçılığın yeniden bilindik biçimleriyle üretilen bir kambur olduğunu göstermesi açısından da manidardır. Ülkemizde özellikle resmi ideolojinin kendi iktidarını ırkçılığı çoğunlukla din, etnisite ve cinsiyet üzerinden biçimlendirerek kullanması aşılamayan birçok kronik problemin de nedenidir. Bu anlamda “ırkçılık” güncel bir problem ve fiziksel görünüm ve sosyo-ekonomik eşitsizliğe dayalı ilkel ırkçılığın yükselerek güçlendiği çağımızda “İnsanın Çeşitliliği” okunması gereken bir kitap.

antropolog Barış Özener
Tarihin seyri içerisinde özellikle antropoloji ve biyolojinin araçları ile kurgulanan“ırkın” gerek biyolojik gerekse kültürel bir kategori olarak bireysel ve toplumsal düzeylerde korkunç uygulamalara meşru zemin sağlamasına sadece politikacıların ya da din adamlarının değil, en çok bilim insanlarının ikiyüzlülüğünün damgasını vurduğuna şahit oluyoruz. Ancak yine bilim insaları tarafından düzeltilen bu yanlışın sorumluluğunu şu anda raflarda bulunan Türkçe en güncel ve kapsamlı kaynak olma ayrıcalığı ile bu kitap yüklenmiş durumda. Barış Özener  (Doç. Dr., İstanbul Ünv. Antropoloji Bölümü) imzalı ve Evrensel Basım Yayın tarafından çıkarılan eser dört ayrı bölümden oluşuyor ve yaklaşık 120 sayfa. Bir antropolog tarafından yazılmış olma ayrıcalığını bir kenarda tutarsak bence bu çalışmayı benzersiz kılan üç temel nokta var. Birincisi, yukarda biraz sözünü ettiğim ve halen korkunç bir kabus gibi sürekli karşımıza çıkan, neredeyse hayatımızın ve bilincimizin her alanına işlemiş “ırk” kategorisinin tarihi seyri içerisinde kurgusal bir öğreti olduğunu göstermesidir. İkincisi, ırksal kategorileri oluşturduğu iddia edilen  biyolojik/anatomik karakterlerin aslında insanın esnek uyumsal yeteneğine bağlı olarak farklı coğrafik seçilim baskılarına karşı ürettiği evrimsel yanıtlar olduğunu antropolojinin ve biyolojinin modern bakış açısı ile açıklık getirmesidir. Son olarak üçüncü nokta ise insanın biyoçeşitliliği ve bugün yaşadığı birçok sağlık problemi arasındaki evrimsel ilişkileri irdeliyor olması. Kitap başlangıçta hedeflediği çerçeveye içerik boyunca sadık kalıyor. Yazar,  holistik olarak “dört disiplinden (sosyal/kültürel, linguistik, materyal kültür, ve fiziki)” oluşan ve antropolojinin farklı alanları kucaklayan bütünleşik yapısından ziyade kendi uzmanı olduğu fiziki/biyolojik antropolojinin sınırlarını çoğunlukla aşmadan bizlere kolay ve sürükleyici bir okuma sunuyor. Gelin bu bölümlere kısa kısa hep birlikte biraz göz atalım.

           Yazar, ilk bölüme ırk kategorisinin ve buna bağlı olarak insanların sınıflandırılmasının özellikle Batı’daki doğuşu, gelişmesi ve bu bağlamda farklı bilimsel metodların kullanılmasının metodolojik tarihini özet ancak önemli detaylara değinerek nihayetinde biyolojik antropolojinin modern yaklaşımlarını aktararak sonlandırıyor. Muhtemelen konunun kuramsal evrimi hakkında yeterli altyapıya sahip olmayan okuyucularının olabileceğini düşünerek Özener bu bölümde son derece titiz ve cömert davranmış. Kısaca bu bölüm ırksal sınıflandırmanın tarihsel seyir içerisinde farklı versiyonları olan Linneaus’tan Morton’a, Camper’a, Blumenbach’a ve Broca’ya yani kültürel-psikololojik kategorizasyondan anatomi, kan grupları, zeka testleri ve kafatasının antropometrik ölçümlerine uzanan bir çerçeve içerisinde anlatılmış. Araştırmacıların farklı yaklaşımlarından dolayı ırk kurgusnun en başından beridir gerçekliği tartışagelen bir konu olduğunu görüyoruz. Biyolojik antropolojide hiçbir zaman tam bir konsensus ile kabul edilmemiş. Örneğin, 1800’lü yılların sonlarında Fransız antropolog  Paul Topinard ve Amerikalı antropolog William Ripley’in yaklaşımları hayli ilginç ve dönemine göre son derece akılcı. Ripley 1899 yılında ırk tanımını Topinard’a atıf yapar ve şu şekilde tanıtır: “ırk günümüzde soyut bir kavramdır, çeşitlilik ile devam eden bir süreksizliktir. Irk, ortaya çıkan gerçek bir karakterin gözlemlenmesi ancak diğer bireylerden ayırd edilmesi mümkün olmayan durumudur. Tek bir ırkın bütün karakterlerini yansıtan ırksal bir tip bulmak mümkün değildir”. Modern genetiğin ve kalıtımın bilinmediği yıllarda yapılan bu tanım aslında ırkın bir kategori olarak varolmadığını, biyolojik çeşitlilik içerisinde devamlı olarak ortaya çıkan morfolojik olarak sonsuz olasılıkları olan bir durum olduğunu belirtmesi açısından devrimseldir. Yazarın özellikle kitapta değindiği Amerikan antropolojisinin ünlü figürlerinden olan Harvard Üniversitesinden Carleton Coon  ve Earnest Hooton bu anlamda iki farklı ve önemli ekol. İkisi arasındaki en önemli fark Coon’un çalışmalarında Darwin’in izlerinin görülmeyişi, bununla birlikte Hooton biyolojik antropolojiyi daha çok biyolojinin modern çalışma alanına doğru çekmesi söylenebilir. Hooton öğrencilerinden olan Sherwood Washburn hocasının bakış açısını daha da geliştirerek ileri götürür ve yeni fiziki antropolojinin manifestosunu 1951 yılında Cold Spring Harbor kongresinde ilan eder. Bu manifesto eski tip kaba antropometri merkezli antropolojik çalışmaların yerine biyolojide gerçekleşen genetik devrimlerin ve buna bağlı üretilen evrim mekanzimalarının antropolojiye taşınması ile spekülasyonu minimize eden yeni metodları ve interdisipliner yakşalımı önerir. Washburn Hooton’ın tek öğrencisi değildir, onun diğer bir öğrencisi ise Türkiye fiziki antropolojisine büyük katkılar sağlamış ancak talihsiz bir uçak kazası ile zamansız kaybettiğimiz antropolog Muzaffer Süleyman Şenyürek’tir. Şenyürek1951 yılında bu önemli kongreye davetli olarak gitmiştir ve çok önemli tartışmalara katılmıştır. Amerika’da Hooton’un danışmanlığında 1930’larda başladığı doktora çalışmasında antropoidler (insanımsı maymunlar) ile insan atalarının dişlerinini karşılatırır ve evrimsel ilişkilerini araştırır. Bu arada Harvard Peabody Doğa Tarihi müzesinde Malinezyalı, Polinezyalı, Negro, Kızılderili ve Beyazlar olarak ırklara göre tasnif edilmiş insan dişlerinin hepsini kendi çalışmasında Homo sapiens altında topladığını belirtir. Bu durum Şenyürek’in 1940’lı yıllarda ırksal kategorilerin bilimsel çalışmalarda istatistiksel bir anlamı olmadığını farkettiğini ve hepsini bir çatı altında Homo sapiens olarak gruplandırdığını gösterir. Bunun en önemli nedeni bu insanlara ait olan dişlerin biyolojik olarak ırksal bir ayrım göstermemesidir.
            Bu bölümde diğer bir önemli tartışma ise monojenistler ve polijenistler arasında. Monojenistler daha çok İncil ile uyumlu ırksal sınıflandırmalar yani tek kökenden dejenere olmuş farklı ırk kategorileri oluştururken, polijenistler ırksal grupların farklı farklı yaratıldığını ileri sürmektedirler. Yazar, Stephen Jay Gould’un özellikle İnsanın Yanlış Ölçümü(Versus Yayınları) kitabında bu tür ırkçı kategorilere olan karşı tezlerine de yer vererek anlayışların ve metodların savaşını son derece zevkli bir okuma ile sunmaktadır. Aslında ünlü antropoloji tarihçisi George W. Stocking, “Observers Observed: Essays on Ethnographic Fieldwork” adlı editoryal kitapta yazdığı “History of Anthropology” bölümünde ilginç bir tartışmaya değinir. Stocking daha çok antropologların antropoloji tarih yazımına olan yaklaşımlarını mercek altına alır. Ona göre antropologlar çok “bugüncü” tarihçiler ise çok “geçmişçi” takıntılara sahiptir. Yazar, bu bölümde bir antropoloji tarihçisi olarak kuramsal altyapıyı oluştururken geçmişi anlatıyor ve takip eden bölümlerde güncele değinerek Stocking’e atıfla iki yaklaşım arasında epistemolojik bir akrabalık kurarak okuyucuya hem antropoloji hem de tarih tadını vermeyi başarıyor.

           İkinci bölüm olan “Biyolojik Çeşitliliğin Kökenleri” temel bir araştırma sorusu ile başlıyor; “Günümüz insanları arasındaki biyolojik çeşitliliğin nedenleri nelerdir?”. Bu soru ile yazar okuyucuyu önce Darwin-öncesi kalıtım ve evrim anlayışına ardından Darwin ve Mendel kalıtım kanunları ile gelişen modern evrim kuramının tarihi serüvenine çıkarıyor. Daha sonra evrim mekanizmaları, genetik olarak karkaterlerin aktarımı ve çevresel değişimlerin seçilim baskısı gibi bioylojik çeşitliliği oluşturan mikro-evrimsel süreçleri aydınlatıyor. Bu bölümün son kısmında ise modern insanın Afrika’dan çıkarak dünyanın farklı coğrafyalarına olan biyocoğrafik geçmişini, türleşmeleri ve farklı türler arasındaki genetik ilişkileri, çeşitliliği oluşturan potansiyel sürücü etmenler bağlamında değerlendiriyor. Son yıllarda artan atasal DNA verileri modern insanın tek bir tür olmadığını, Denisovalılar gibi Neandertal ve modern insanla birlikte daha fazla sayıda insan türü yaşamış olabileceğini öneriyor. Günümüzde genetik çeşitliliğinin en yüksek Afrika kıtasında olması da bu bölgenin atasal bir potansiyele sahip olduğunun ayrıca bir kanıtı. Üçüncü bölüm ise ikinci bölümün devamı niteliğinde ve tamamlayıcı. Biyolojik çeşitliliğe bağlı olarak farklı coğrafik koşullarda yaşayan insanların bu bölgelerin özel çevresel koşullarına farklı uyumsal cevaplar üretmelerine değinmekte. Deri rengi, saç ve göz rengi, ve beden yapısı gibi farklı coğrafyalarda yaşayan insan topluluklarının kendi gen havuzlarındaki çeşitliliğe bağlı olarak geliştirdikleri evrimsel adaptasyonları ve nedenlerini açıklamaktadır. Son bölüm ise bu genetik ve fiziksel çeşitliliğin faydalarını sunuyor. Genetik çeşitliliğin bazı hastalıklara karşı direnç geliştirmekteki başarısı aslında biyolojik çeşitliliğin insan yaşamı ve hayatta kalması için ne kadar önemli olduğunun da altını çiziyor. Genetik farklılıklar ve fenotipe yansıyan ya da yansımayan evrimsel değişimler aslında türümüzün geleceği için en önemli mirası saklıyorlar.

          Antropolojinin tarihi “insan çeşitliliğinde-birliğinin sistemik çalışması” olarak düşünülürse insanın fiziksel çeşitliliği hakkındaki düşüncelerin ve insan davranışlarının anlaşılmasında biyolojik ve kültürel örüntülerin tarihini doğru okumak çok önemli. Bu bir nevi Amerikan antropolojisinin kurucusu Franz Boas’ın bizlere kazandırdığı antropolojinin dört disiplinin buluşması ile insanın biyolojik ve kültürel çeşitliliğinin bir bütün olarak anlaşılmasına atıf yapar. Bunun bir nedeni antropoloji tarihinde ırkçılığın salt biyolojik belirlenimciliğe dayalı olmaması aynı zamanda “ırkın” sosyal ve politik bir yapı ve kurgu olarak yeniden ve yeniden üretilmesidir. Bu kitabı okuduktan sonra yeryüzüne ve insanlara karşı bakış açınız değişecek ve antropoloji gözlüğünü fark etmeden takmış olacaksınız. İnsan topluluklarını siyah, sarı, beyaz ya da Türk, Kürt, Alman, Tatar, Aborjin, Meksikalı, Samoalı, azınlık, öteki-beriki gibi salt fiziksel görünüme dayalı kaba yaklaşımlar ile değil, kendi yaşadıkları coğrafik alanlarda kendi ürettikleri biyolojik adaptasyonlar ve kültürel örüntüler ile yaşayan insanlar olarak görmenin zevkini yaşayacaksınız. Bu bakış açısı fiziksel, dini ve etnik farklılıklarımızın olmazsa olmaz kutsal kategoriler olmadığını, hatta farklılığa neden olan karakterlerin asla insanlar arasında bir sosyal eşitsizlik gerekçesi olarak kullanılmayacağını fark etmemizi ve bu korkunç politik öğretiye karşı durabilecek bilimsel altyapıyı kazanmamızı sağlayacak. İyi okumalar!

Ferat Kaya